Paradigmanın İflası
Fikret Başkaya (1) tarafından kaleme alınan ve ilk baskısı 1991 senesinde yapılan Paradigmanın İflası yazıldığı dönemde çok ses getirdi. Başkaya’nın Chardin’den aktardığı ‘Belirleyici olan, her zaman nereye bakıldığı değil nereden bakıldığıdır’ tesbitidir. Kitabı bölüm bölüm tanıtalım.
Fikret Başkaya tarafından kaleme alınan ve ilk baskısı 1991 senesinde yapılan Paradigmanın İflası yazıldığı dönemde çok ses getirdi. Başkaya’nın Chardin’den aktardığı ‘Belirleyici olan, her zaman nereye bakıldığı değil nereden bakıldığıdır’ tesbiti şüphesiz kendisi için de geçerliydi. Fikret Başkaya’nın gördüklerinin sistemin yapısında köklü bir değişim olmadığı sürece konuşulmaya devam edeceği de muhakkaktı. Şöyle diyordu Başkaya: “Mustafa Kemal ve onun ‘inkılâpları’yla ilgili olarak yaratılan efsane, yedi yüzyıllık Hilafet ve Saltanat devrinde yaratılmamıştır. İlginç olan bir şey de, bu efsane üreticilerinin, sözde efsaneleri yıkmak, hurafeleri yok etmek amacıyla yola çıkmış olanlarıdır! Topluma rasyonel düşünceyi egemen kılmak amacıyla yola çıkanlar, hiçbir dönemde görülmemiş düzeyde hurafe üretmişlerdir. Putları yıkmak için yola çıkanlar, hiçbir dönemde görülmemiş düzeyde put ürettiler. Cumhuriyet aydını, put üreticiliği ve bekçiliğine koşulmuştu!..”
Paradigmanın İflası
Fikret Başkaya
Öteki Yayınevi
Mîsak Dergisi
Sayı: 299 / Ekim 2015
Fikret Başkaya (1) tarafından kaleme alınan ve ilk baskısı 1991 senesinde yapılan Paradigmanın İflası yazıldığı dönemde çok ses getirdi. Başkaya’nın Chardin’den aktardığı ‘Belirleyici olan, her zaman nereye bakıldığı değil nereden bakıldığıdır’ tesbitidir. Kitabı bölüm bölüm tanıtalım.
Giriş
“Türkiye’nin iki yüzyılı aşan ‘asrileşme’, ‘muasırlaşma’, ‘Batılılaşma’, ‘çağdaşlaşma’, ‘kalkınma’, ‘çağ atlama’ problematiği, sömürgeleşme sürecinden başka bir şey değildir. Söz konusu olan, süreklilik gösteren bir çizgidir, İdris Küçükömer’in deyişiyle, bir ‘yenilgi tuzağıdır..’ Mustafa Reşit Paşa Osmanlı İmparatorluğu’nu, ‘Civilisation’a sokmaya çalışıyordu (!) Bugünün yöneticileri de Türkiyeyi ‘AET’ye sokmaya çalışıyorlar (!) Mustafa Reşit Paşa’dan bu yana bir buçuk yüzyıl geçtiği halde, Avrupa’nın hemen tüm kapıları Türklere kapalı. Batı’ya gidebilmek için vizeyi içine sindirmek ve barajı aşabilmek gerekiyor... Üçüncü Mustafa zamanında ‘bu devlet nasıl kurtulur’ sorusu şimdilerde, ‘bu devlet nasıl kalkınır’ sorusuna dönüşmüş görünüyor..” (S.12)
Aydınlar ve Resmi İdeoloji
“Her sınıflı toplumda iktidardaki sınıflar sömürüyü gizlemek, sömürü ve baskıyı meşrulaştırmak, mevcut düzenin değişmezliğini kabullendirmek amacıyla ‘efsaneler’, ‘hurafeler’ üretirler. Kurulu düzenin devamı, ideolojik bulanıklığın sürdürülmesine, hurafelerin egemen kılınmasına bağlıdır.”
“Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi aydınları, üstlendikleri ideolojik işlev bakımından Batı burjuvazisinin Türkiye’deki ‘organik aydınları’dırlar. Batı burjuva ideolojisinin taşıyıcıları ve yayıcıları oldukları sürece, Batı’dan, önce sanayi ürünü, daha sonra teçhizat ve ara-malı ithal eden; önce komisyoncu-tüccar, daha sonraki dönemde montaj sanayicisinin ideolojik düzeylerdeki benzerleri olmuşlardır. ‘Hâkim ideoloji hâkim sınıfın ideolojisidir’ diyor kitap.’ Osmanlı ülkesinde hâkim sınıf, Fransız veya İngiliz burjuvazisi. Sarayın direnişi azaldıkça kapitalizm taarruzunu yoğunlaştırır. (..) Tanzimat’la başlayan dışardan ‘düşünce’ ve ‘kurum’ ithal etme süreci, 1920 ve 1930’lu yıllarda fanatik bir inkârcılıkla sürdürüldü. Merkezi otoritenin güçlendirilmesinin sağladığı olanakların da yardımıyla Kemalist iktidar, tarihte eşine az rastlanır bir inkârcılığı dayattı.” (S.26-28)
Milli Mücadele’nin Niteliği
“XIX. yüzyılın sonu ve XX’inci yüzyılın başına kadar geçen sürede Osmanlı İmparatorluğu, Batılı kapitalist devletlerle Çarlık Rusyası’nın çıkar çatışması yüzünden ayakta kalabilmişti. Bu dönem Osmanlı dış politikası, söz konusu çıkar çatışmalarından yararlanma temeli üzerinde kurulmuştu. II. Abdülhamid, çıkar çatışmalarından yararlanarak saltanatını sürdürmeye yönelik bir dış siyaset izlemişti. Birinci Dünya Savaşı tam bu duruma son vermek üzereyken, Sovyet devriminin patlaması durumu tekrar değiştirmişti. Sovyet devrimi ve devrimin yayılma potansiyeli, emperyalistlerin savaş öncesi ve savaş içindeki hesaplarını alt üst etti. ‘Yeni Türk Devleti’ de bu yeni durumun yarattığı çıkar çatışmalarından yararlanarak varlığını korumuştur.” (S.47)
“Emperyalizmin genel çıkarları ve emperyalistler arası çelişkiler, I. Emperyalist Savaş’ın bir Türk-Yunan savaşı biçiminde sürmesine neden oldu. Başlangıçta Yunanlılara destek vermelerine rağmen, İngiliz emperyalizminin çıkarları Sovyet tehdidinin söz konusu olduğu koşullarda, bu desteğin 1921’den itibaren çekilmesini gerektirdi. Artık bundan sonra İngiltere’nin temel siyaseti, Doğu’da Bolşevizmin yayılmasını durdurmaktı. İngiliz desteği kalktığı andan itibaren de Yunanlıların Anadolu’da barınma şansı yoktu. Bu nedenle Türk-Yunan savaşı abartıldığı kadar önemli bir savaş değildi. Zaten Milli Mücadele’nin seyri de İngilizlerin takındığı tavra göre biçimlenmiştir. İ. İnönü Cumhuriyetin ellinci yılı dolayısıyla verdiği bir demeçte; ‘İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur’ diyor.” (S.47)
“Dolayısıyla I. Dünya Savaşı’nın devamı koşullarında Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyete geçiş söz konusuydu. Bu geçişi gerçekleştirenler, (...) asli unsuru ittihatçılar olan (asker-sivil) bir karma kadronun, daha doğrusu bir aydın ekibin yarattığı ve yürüttüğü bir harekettir. (..) Zaten Cumhuriyet yönetiminin kitlelere (dolaysız üreticiler) bakışıyla, Osmanlı ‘yenilikçi’ yönetiminin bakışı arasında hiçbir temel fark yoktu. Cumhuriyet yönetimi için de kitleler, vergi veren, askerlik yapan, güdülen, pasif ve edilgen bir yığından başka bir şey değildi. Cumhuriyet bürokrasisi, İmparatorluğun bürokrasisiydi. Cumhuriyetin yönetici ekibine yeni unsurlar karışmış değildi. Memurların İstanbul’dan Ankara’ya taşınmaları gibi bir tebdil-i mekân söz konusuydu. Ankara’ya gelerek ferahlamışlardı... (..) Cumhuriyeti kuranlarla 1908 hareketinin yönetici kadroları, aşağı yukarı aynı kişilerden oluşuyordu. Bürokrasiler manipülasyona elverişli olduğu için, I. Dünya Savaşı bozgununun sorumluluğu birkaç İttihatçı liderin üstüne yıkılarak, emperyalistlerle uzlaşma yoluna gidildi.” (S.53)
“İttihat ve Terakki Partisi, iktidara geldikten sonra ve I. Dünya Savaşı boyunca, imparatorluğun yaşayabilmesinin koşulu olarak sermayenin ‘Müslümanlaştırılmasını’ görüyordu. Bu amaçla, imparatorluğun iktisadi yapısında önemli bir ağırlığa sahip olan Rum ve Ermenilerin gücünü kırmaya ve onların işlevini de Müslüman unsurlara transfer etmeye yönelik bir politika izlemişti. Aslında böyle bir teşhis tutarlı olmaktan uzaktı. Emperyalist Batı karşısında komprador burjuvazi işlevini yerine getiren, özellikle de Fransız ve İngilizlerle ilişkide bulunan Rum ve Ermenilerin tasfiyesi, işlev aynı kaldıkça büyük anlam taşımazdı.”(S.57)
“Hareketin emperyalist devletlere karşı olmadığı, silahlı çatışmanın başladığı dönemde de sık sık dile getirilmişti. Ege’yi temsilen 23 Ağustos 1919’da Alaşehir’de toplanan kongre, oybirliğiyle aldığı bir kararla, İngiliz Generali Milne’ye çektiği telgrafta şunları bildiriyordu: ‘İzmir İli ve Balıkesir bağımsız sancağı, Türk ve Müslümanların birlik olarak düzenli örgüte bağlı milli kuvvetleriyle savundukları nokta, sadece Yunanlıların haksız ve hilekâr saldırılarına ve bu işgal saldırılarında işledikleri cinayet ve kötülüklere engel olmaktan ibarettir. İtilaf devletlerine karşı çıkma fikri, hiç kimsenin aklından geçmeyen boş bir düşüncedir.” (S.60)
“Müslüman nüfusunun yaşadığı geniş bölgelerde İngiliz hâkimiyetinin pekişmesi için, Hilafetin tasfiye edilmesi gerekiyordu. Halife Sultan’ın en zayıf düştüğü dönemde bile İslâm dini, etkin bir ideolojik merkez olmaya devam ediyordu. (..) Ekim 1919’da bütün Hindistan’da Türkiye için oruç tutulup dua edilir, genel grevler yapılır. Sevr Antlaşması’ndan sonra, bu antlaşmayı yırttırmak amacıyla ve Hindistan’daki İngiliz Hükümeti ile işbirliğinden kaçınan pasif direnme hareketi başlatılır. (..) Bu çabalar üzerinedir ki, Hindistan Kral Naibi Lord Reading ülkedeki İslâm duygusunun şiddetini ileri sürerek, ‘İstanbul’un boşaltılmasını, kutsal yerler üzerinde Halifenin egemenliğinin tanınmasını, Trakya ve İzmir’in geri verilmesini’ Londra’ya yazar.(..) İngiliz siyaseti için Îslamiyetin ideolojik bir merkez olmaktan çıkması arzulanan bir şeydi. Hilafetsiz bir Türk Devleti Batı’nın müttefiki olarak kaldıkça, bu, bölgedeki emperyalist çıkarlarını güvence altına alınmasını büyük ölçüde kolaylaştırırdı. Sonuç olarak, Hilafet’in tasfiyesi emperyalizmin çıkarlarıyla da çakışmaktaydı. Bu nedenle, emperyalistlerin Hilafet ve Saltanat’tan yana olduğu biçimindeki görüş, sadece resmi ideolojinin bir uydurmasıdır.” (S.65-66)
Mîllî Mücadelenin ‘Ulusallığı’ Sorunu!
“Afrika’nın, Asya’nın, Latin Amerika’nın uzak yerlerindeki ırkçı-faşist baskılara ‘tepki gösteren’ kimi Türk aydınlarının, burunlarının dibindeki bir ulusun yaşadığı trajediyi göz ardı etmeleri, Kürt sorunu karşısında bağnaz birer şöven kesilmeleri; diktatörlere karşı olmaları, ama kendi geçmişlerindeki diktatörleri bunun dışında tutmaları vb. çifte standardın ne kadar köklü olduğunu da göstermektedir. (..) Bu dönemde Kürdistan ve Kürt sözcükleri sözlüklerden çıkarılıyor. Yoğun bir biçimde uygulanan sansür ve otosansür bu kavramların kullanılmasına kesinlikle izin vermiyor. 1950 öncesinde yayınlanmış bir Osmanlıca-Türkçe sözlükte, K harfinin karşılığında sadece ‘Kürdili Hicazkâr’ yer alıyor... Bu durum Türk Dil Kurumunun ünlü bilginlerinin kulaklarını çınlatıyor olmalıdır!..” (S.80-81)
Komîntern ve Milli Mücadele’nin Antî-Emperyalistlîği Sorunu
“Milli Mücadele’nin niteliğiyle ilgili yanılsamalara kaynaklık eden bir şey de, III. Enternasyonal’in (Komintern’in) yaklaşımıdır. Komintern’in Milli Mücadele’ye destek vermesiyle, onun anti-emperyalistliği arasında doğru yönde bir ilişki olduğu varsayılıyor. Oysa Komintern’in Milli Mücadele’yi desteklemesi, hareketin anti-emperyalistliğinden çok, Sovyetler Birliği’nin güvenliği ile ilgili bir sorundu.” (S.109)
Komintern’in 1920 yılındaki ikinci kongresine kadar, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki devrim sorunu sosyalist hareket tarafından hemen hiç söz konusu edilmemişti. Bu ülkelerin ekonomik ve toplumsal yapıları, tarihsel evrimleri, sınıf yapıları hâkim sınıf ittifakının niteliği, emekçi kitlelerin durumu vb. gibi sorunlarla ilgili yeterli bilgi birikimi yoktu. Avrupa-merkezli bakış açısı, Batı-Avrupa sol hareketi için de geçerliydi. Zaten sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal bağımsızlık hareketleri ve sol hareketler, Batı Marksist hareketi için büyük önem taşımıyordu. Bu da marksizmin Batı kaynaklı olmasından ve son analizde Avrupa merkezli düşünsel-entellektüel yaklaşımların damgasını taşıyor olmasından kaynaklanıyordu. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki devrim sorunlarına Batı sosyalist devriminin ‘çıkarları’ açısından yaklaşılıyordu.” (S.110)
“Kapitalist dünya sisteminin emperyalist aşamaya ulaştığı bir dönemde sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde gerçekten milli, emperyalizm karşıtı bir burjuvazi aramak boşunaydı. III. Enternasyonal, söz konusu ülkelerdeki gerçek durumla ilgili hiçbir zaman tutarlı bir bilgi birikimine, dolayısıyla tutarlı tahlillere ulaşamadı. Zaten böyle bir şeye niyetli de değildi. Milli Mücadele’nin lider kadrosu nasıl ‘Osmanlıdan kalan bölgelerden ne koparabilirsem kârdır’ mantığıyla yola çıkmışsa, bu pragmatik yaklaşımın ötesine hiç geçememişse; Komintern de, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki hareketlerden ‘ne ölçüde yararlanabilirsem iyidir’ biçiminde bir yaklaşım benimsedi.” (S.134)
Mustafa Kemal ve Tarihte Bireyin Rolü
“Kişiyi yüceltmekle kişiye tapma arasında doğru yönde bir ilişki vardır. Fakat asıl amaç yüceltilen kişi değildir. Yüceltme, mistifikasyon yaratmak içindir. Böylelikle tarihsel olaylar çarpıtılmak istenir. Tarihsel olayları çarpıtmaktan amaç da, sınıfsal çıkarları gizlemektir. Tarihsel olayların çarpıtılmasında, bir liderin kişiliğinin arkasına gizlenmek ekseri başvurulan bir yoldur. Bir Osmanlı Paşa’sını yarı-ilâh durumuna getirenler, elbette bunu boşuna yapmadılar. Sınıfsal çıkarların bir gereği olarak, Mustafa Kemal’i putlaştırdılar.” (S.135)
“Gerçekleştirilen ‘inkılâplar’ın Batı’ya bir zararı dokunmadığı gibi, tam tersine Batı’nın işini daha da kolaylaştırmaktaydı. Bu durumu çok iyi bilen emperyalist yöneticiler, Mustafa Kemal’in kişiliğinde güvenilir bir müttefik bulmuşlardı. Onun kişiliğinde ayrıca Batı hayranlığının en radikal temsilcisini bulmuşlardı...
Bu yüzden, klasik sömürgecilikten kurtulan ülkelere Batılı yöneticilerin, akıl hocalarının, bu arada ‘bilim adamları’nın, Mustafa Kemal örneğini vermeleri boşuna değildir. Böylece, sanki bir ‘üçüncü yol’ varmış gibi gösterilmek isteniyordu. Mustafa Kemal Hareketi gerçekten emperyalizme karşı olsaydı, emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarına ciddi bir darbe indirseydi başkalarına örnek gösterilmesi söz konusu olur muydu?
Emperyalist devletler sömürüp baskı altında tuttukları, kaynaklarına el koydukları ülkelerdeki hayati çıkarlarının tehlikeye girmesini isterler miydi? Batılılar, artık klasik sömürgeciliğin gününü doldurduğu bir dönemde, Mustafa Kemal liderliğinde aralanan kapının yeni sömürgeciliğin yolu olduğunu çok iyi biliyorlardı...” (S.153)
Kemalist Rejimin Niteliği: Orijinal Bir Bonapartizm
“L. Trotsky, Bonapartizmi şöyle tanımlıyor: ‘Demokratik hükümet yöntemlerine yatkın olan iktisaden hakim sınıfın, sahip olduklarını koruyabilmek için bir askeri ve polisiye aygıtın kendisinin üzerindeki kumandasına boyun eğmek zorunda kaldığı bir rejimdir.’ ‘Demokrasinin üzerine çıkan dolambaçlı yollarla iki kamp arasında gidip gelen ve aynı zamanda hâkim sınıfın çıkarlarını gözeten bir şahsi rejimdir. ‘ (164)
“Meclise girecek tüm üyelerin bir tek kişi tarafından seçildiği koşullarda, serbest seçimlerden ve hâkimiyetin millete ait olduğundan söz etmek mümkün müdür? Herhalde, ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal’in ve onun yakın çevresinindir’ demek gerçeğe daha uygun düşüyor. Gerçek olan bir şey varsa, o da artık hâkimiyetin Sultan’a ait olmadığıydı. Böylesi koşullarda mahkemelerin ‘bağımsızlığı’ da içi boş bir slogan olmaktan öteye gidemez. Cumhurbaşkanı, CHF tüzüğüne göre daimi ve değişmez genel başkandır. Meclis üyelerini de kendisi belirlediğine göre, bu durum, onun hem partiye, hem de meclise hâkim olmasına imkân veriyordu. Parti içinde ve dışında kendi iradesi dışında hiçbir girişime izin vermiyordu. Hitler; ‘(...)Mustafa Kemal’in ilk talebesi Mussolini, ikinci talebesi benim’ derken, Mustafa Kemal’in şahsi rejimine verdiği önemi ifade ediyordu. CHF’nin 1935’te toplanan Dördüncü Kurultayı’nda, diktatörlüğü pekiştiren önemli kararlar alındı. Bu kurultayda fırka, parti olarak değiştirildi. Asıl önemli değişiklik parti tüzüğünde yapıldı. Bu değişikliklere göre, parti genel sekreteri aynı zamanda içişleri bakanı oluyordu. İllerdeki valiler parti il başkanlığı görevine getirildiler. Umumi müfettişler hem parti işlerini, hem de devlet işlerini denetlemekle görevlendiriliyordu. Batı Avrupa’da faşist rejimlerin güçlendiği bu dönemde, partinin devletle bütünleştirilmesi, M. Kemal rejiminin faşist uygalamalardan da etkilendiğinin bir göstergesidir.” (S.179)
Üretici Güçler ve İktisat Politikası
“Lozan Barış görüşmeleri 4 Şubat 1923’te kesildi. 17 Şubat 1923’te İzmir’de iktisat Kongresi toplandı. Kışın ortasında aceleyle bir iktisat kongresi toplamanın bazı ‘önemli’ nedenleri olmalıydı. Aksi halde, ülkenin geleceğini angaje eden önemli stratejik kararların oluşmasına temel oluşturacak bir kongrenin bu kadar aceleye getirilmiş olması başka nasıl açıklanabilir?
Kongre, başta emperyalist devletler olmak üzere, yerli ‘burjuvazi’ye özellikle de İstanbul’un tüccarlarına güvence vermeyi amaçlıyordu. Böylece, bir yandan İstanbul’un kozmopolit ‘iş çevreleri’yle ittifak pekiştirilirken, onların aracılığıyla da emperyalistlere güvence verilmek isteniyordu. Kongreye davet edilenlerin kompozisyonu Milli Mücadele sürecince oluşan sınıfsal ittifakının da belirgin bir yansımasıydı.” (S.207)
Bonapartist Rejim ve Sermaye Birikimi
“Ne ki, Mustafa Kemal, ‘milyoner, hatta milyarder yetiştirme’ işine kendinden başladı. Böylece soruna verdiği önemi kendi kişisel yaşamıyla göstermiş oluyordu. Nedense Mustafa Kemal’in bu yanı pek bilinmez. İlkokuldan üniversiteye kadar öğrenciler, ‘ilke ve inkılâplarını’ öğrenmekten onun ne denli yetkin bir ‘iş adamı’ olduğunu öğrenmeye vakit bulamıyorlar... Sadi Borak Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk adlı eserinde Mustafa Kemal’in servetinin bir dökümünü veriyor. Buna göre; üçyüzbin dönümden fazla arazi (bağ, bahçe, fidanlık, çayır, yoncalık, orman vb. dâhil), bir bira fabrikası, bir malt fabrikası, buz fabrikası, soda ve gazoz fabrikası, deri fabrikası, ziraat aletleri ve demir fabrikası, yoğurt imalathaneleri, şarap imalathanesi, değirmenler, bir çeltik fabrikasının % 40 hissesi, mandıralar, 13.100 baş koyun, 443 baş sığır, (çeşitli ırklarda) 69 at, 2450 tavuk, 16 traktör, 13 biçer ve harman makinesi ve ziraat aletleri, bir adet deniz motoru, 5 kamyon ve kamyonet (çiftliklerde kullanılan), iki binek otomobil, 19 adet yük arabası vb... Görüldüğü gibi, Mustafa Kemal’in kendisi de Osmanlı üst düzey bürokratlarının ‘iş adamı’ olmaya ne kadar yatkın olduklarını kanıtlıyor.” (S.220)
“Burada, (üstelik emperyalizm çağında), ‘bürokratın devrimciliği’ sorununu tartışmaya gerek yok. Tarihsel olarak bir imparatorluğu çöküşe götüren, en azından çöküş sürecinde etkin olan bürokrasinin birdenbire ‘devrimci’ olması eşyanın tabiatına ters düşen bir şeydir. İşçi bürokrasisi de dâhil, bürokrasinin her çeşidi, toplum içindeki konumu ve işlevi gereği daima status quo’nun korunmasından yanadır. Ne ki, emperyalizm çağında ilerici bir rol oynama şansı olmayan sadece bürokrasi değildir. Ticaret burjuvazisi de ilerici bir rol oynayamazdı. Kemalist bürokrasinin bir kanadı (kendi paylarına düşeni de almak koşuluyla), suyun başına geçerek, suyu asalak sınıflara (tacirler ve toprak ağaları) doğru çevirdiklerinde, harikalar yaratmakta oldukları efsanesini yaymayı da ihmal etmediler...” (S.221)
“Çoğunlukla ‘yerel burjuvazi’ kavramı yerine ‘milli burjuvazi’ kavramı kullanılır. Aslında bu yanlıştır. Bir burjuvazinin yerelliği, onun ‘milliliğinin’ güvencesi olamaz. Milli burjuvazi, çıkarları yabancı (emperyalist) burjuvazilerle çelişen bir burjuvazidir. Burjuvazi (daha genel olarak mülk sahibi sınıfların bir bölümü) yabancı burjuvaziler karşısında kendi sınıfsal çıkarlarını sonuna kadar koruduğu zaman ‘milli burjuvazi’ sayılabilir. Doğal olarak bu durum ona zorunlu bir tarihsel misyon da yükler.” (S.227)
‘Sınıfsız’, ‘İmtiyazsız’, ‘Halkçı’ Bir Diktatörlük
“Milli Mücadele’de emekçi kitlelerden yana bir eğilimin ortaya çıkması Mustafa Kemal’e büyük bir ‘tehlike’ olarak görünüyor. ‘Yeşil Ordu’ ve ‘Halk Zümresi’ muhalefetlerini ortadan kaldırmak için 13 Eylül 1920’de kendi ‘halkçı programını’ açıklıyor. Mustafa Kemal siyasal yaşamının hiçbir döneminde ‘halkçılık’ kavramından halk yararına bir yönetim anlamamıştır. Ona göre halkçılık padişahın, Osmanlı Sultanı’nın siyasal iktidarına son vermektir. Emekçi sınıfların Mustafa Kemal’in ‘ebedi şef’ olarak ülkenin kaderini elinde tuttuğu dönemdeki siyasal etkinliği, padişahlık döneminden daha fazla değildi... Öte yandan, XIX. yüzyılın başından beri hiçbir Osmanlı Sultanı Mustafa Kemal kadar sınırsız yetkilere sahip olmamıştı.” (S.246)
“Kemalizmin ‘halkçılığı’ teorik referanslarını Rus popülizmi yerine, A. Comte ve E. Durkheim’in pozitivist felsefesinde buluyordu. Söz konusu ideolojiyi Türkiye’ye taşıyan Ziya Gökalp’ın görüşlerine dayanıyordu. 1930’lu yıllarda ‘Kemalist halkçılığın’ Ziya Gökalp’ten esinlendiği inkâr edilmiştir. Bu durum kişi kültü üretmenin kural olduğu koşullarda kaçınılmazdı! Yüceltilen kişinin bir teorisyenden etkilenmesi kabul edilir bir şey değildir... Oysa Mustafa Kemal; ‘Hissimin babası Namık Kemal, fikrimin babası Ziya Gökalp’ demişti, ‘öte yandan’, diyor Taha Parla, ‘Gökalp’in 1924’teki ölümü ile Atatürk’ün 1938’deki ölümü arasında ‘Gökalp’in hiçbir yapıtı, 1928’de resmi yazı haline gelen Latin alfabesine çevrilmemiştir. Bu yöndeki ilk girişim, Türkçülüğün Esasları’nı, 1939’da ırkçı faşist bir milliyetçi grup tarafından gerçekleştirilmiştir. 1944’de de yasaklanmıştır.”(S.250)
Yeni Sömürgecilik Döneminde Sosyo-Ekonomik Formasyonun Evrimi
“İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar Türkiye’de gerçekleşen tüm düzenlemeler (Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, Atatürk İnkılapları vb.) kitlelerin istek ve iradesi dışında, ‘memleketin sahipleri’ tarafından gerçekleştirildi. Bütün bu süreç boyunca hiçbir ‘yenilik’ kitlelerin istek ve baskısı sonucu ortaya çıkmadı. Sürekli olarak, ‘güdenler’ tarafından ‘güdülenler’e empoze edildi. ‘Çok Partili Rejim’e geçişte de durum aynıydı. Zaten gerçek anlamda bir ‘çok partili rejim’ söz konusu değildi. Ceza yasasının ‘ünlü’ maddeleri, genel hukuki çerçeve, devlet yönetim zihniyeti, Kürt sorunundan kaynaklanan ‘kısıtlar’, fanatik bir sosyalizm düşmanlığı veri iken, ancak düzen partilerinin yaşama şansı vardı. D.P. bir muvazaa partisi olarak kuruldu, başlangıçta güdümlü bir muhalefetti. Ama daha sonra güdümlülük ve muvazaa partisi olmaktan uzaklaştı. Ve bedelini de ağır bir biçimde ödedi...” (S.265)
“İkinci Dünya Savaşı’nın sonu, aynı zamanda kapitalizmin yapısal kriz döneminin de sonu olmuştur. Nitekim 1910’lu yıllardan beri sürüp gelen kriz (uzun dalganın ikinci aşaması), ABD’de daha 1940’da, Batı-Avrupa ve Japonya’da da 1947-1948’de son bulmuştu. Yapısal krizin sonu, aynı zamanda hegemonya krizinin de sonu olmuştu. 1910’lu yıllardan beri devam eden hegemonya krizi ABD’nin lehine olarak sonuçlanmış, ‘Pax Britanica’, yerini ‘Pax Americana’ya bırakmıştı. Klasik sömürgeci bir devlet olmayan ABD’nin klasik sömürgeciliğin tasfiyesinde çıkarı vardı. Bu aşamadan sonra klasik sömürgeciliğin yerini yeni sömürgecilik (Neocolonialisme) alacak ve ABD liderliğinde kolektif sömürü sürdürülecekti. Kollektif sömürünün sürdürülmesi için de uygun araçlar, kurumlar ve mekanizmalar oluşturulacaktı. Şüphesiz, klasik sömürgeciliğin tasfiyesinde çıkarı olan sadece Birleşik Amerika Devletleri değildi. Klasik sömürgeci imparatorluklar da sömürgeciliğin eskimiş, aşınmış klasik biçiminden uzaklaşmak istiyorlardı. Kapitalist üretim tarzının ulaştığı aşama veri iken ve sömürgeciliğin ‘içselleştiği’ koşullarda, artık ‘yerli oligarşiler’ sömürgeci yöneticilerin yerini alabilirlerdi. Bu yeni durumda da sömürgecilik yeni yöntem ve araçlarla sürdürülebilirdi. Yeni durumda, kapitalist rasyonele uygun düşen çözüm, ‘bağımsız’ ulus-devlet’lerin varlığını gerektiriyordu. Gerçekten, klasik sömürgeciliğin tasfiyesi ve yeni sömürgeciliğin onun yerini alması, ABD’nin çıkarlarınaydı. Bir sürü Asya, Afrika ülkesi sömürgeci Avrupa devletlerinin (İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda vb.) doğrudan siyasi denetimi altında kaldıkça, bu, ABD sermayesinin ve mallarının hareket alanını sınırlayan bir şeydi. Fakat klasik sömürgeciliğin tasfiyesi sadece ABD için değil, sömürgeci ülkeler için de ‘kârlı’ bir şeydi. Zaten, sömürgelerinden ‘çekilirken’, yerlerine bu işi yapacak ‘yerli’ adamlarını bırakıyorlardı. Öte yandan, yeni-sömürgeciliğin araçları olan kurumlar, IMF, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler Örgütü etrafında oluşturulan diğer ‘insancıl amaçlı kuruluşlar’, teker teker sömürgeci devletler yerine kolektif bir sömürüye olanak verecek durumdaydı..” (S.266-268)
“NATO ve CENTO’ya bağlılığını darbe bildirisinin en başına koyan 27 Mayıs askeri cuntası, uygulanacak ekonomi politikası hakkında da emperyalistlere güvence vermeyi ihmal etmedi. Batılıların istedikleri ‘planlı bir ekonomi’ söz konusu olacaktı. (..) Dönemin koşulları ve uluslararası plandaki eğilimler, ithal ikameci sanayileşme modelinin niteliği, ‘kalkınmacı bürokrasi’nin ekonominin yönetiminde küçümsenemeyecek bir etkinlik sağlamasına neden oldu. Ne ki, 1980 askeri cuntasıyla Türkiye yeni bir sermaye birikimine zorlanırken, yeni modelde artık ‘kalkınmacı bürokrasiye’ de yer yoktu. 24 Ocak -12 Eylül’le başlayan yeni dönemde, kalkınmacı ideolojiye retorik düzeyinde bile olsa artık yer verilmeyecekti..” (S.285)
Seksenli Yıllar: Uydulaşma Sürecinin Derinleşmesi
“12 Eylül’le gelen devlet terör rejiminin belli başlı iki amacı vardı. Birincisi, Türkiye’ye yeni bir sermaye birikimi modelini kabul ettirmek, bunun için gerekli düzenlemeyi yapmak; ikincisi de, Türkiye’yi emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkarlarının korunması amacıyla alt-emperyalist role hazırlamak.
Bu aşamada, belirli hedefleri gerçekleştirmek amacıyla iktidara el koyan askeri cunta, önemli bir sorunla karşılaşmıştı. Bu, geleneksel rejimi ideoloji olan Atatürkçülüğün ‘yeniden tanımlanması’, formüle edilmesiydi. Artık koşullar 1930’lardan beri geçerli olan resmi ideolojinin yeni versiyonunun oluşturulmasını gerektiriyordu! Yapılacak iş, yeni koşulların gerektirdiği, yerli burjuvazinin ve emperyalizmin çıkarlarına cevap verecek bir Atatürkçülük versiyonunun üretilmesiydi. Bu da geleneksel olarak geçerli kılınmış resmi ideoloji olan Atatürkçülüğün kısmen de olsa dışlanmasını gerektiriyordu. Bu yüzden askeri cunta, geleneksel olarak resmi ideolojinin (Atatürkçülük) üretilip yayıldığı kurumları (TTK, TDK, TITE vb.) yeniden biçimlendirdi. Bu kurumlardaki etkin kişiler tasfiye edildi. Eğitim kurumları ve üniversiteler yeni bir düzenlemeye tabi tutuldu. (..) Kimi ‘radikal Atatürkçünün’ ileri sürdüğü gibi, cuntanın amacı Atatürkçülüğü tasfiye etmek değildi. Amaç, yeni durumun gerektirdiği, yeni koşullara cevap verecek bir Atatürkçülük (resmi ideoloji) oluşturmaktı.” (S.296-298)
Paradigmanın İflası
“Sömürgecilikle başlayan dönemde ‘Batı’ ile ‘Batılı olmayanlar’ arasındaki ilişkiler biçim değiştirse de özü hep aynı kaldı. Başlangıçta sömürgeciliğin yerleşmesi için askeri plandaki üstünlük önemli olmakla birlikte, asıl belirleyici olan ‘Batı düşüncesi’, ‘Batı bilimi ve teknolojisi’ydi. (..) Descartes, ‘Düşünüyorum öyleyse varım;’ F.Bacon da ‘bilim iktidardır’ demişti... Dünyanın geri kalan bölgelerindeki halklar; kendi doğalarından kaynaklanan bir ‘geriliğe mahkûm olduklarına, Avrupalı’ya göre ‘aşağılık.’ olduklarına inandırılmalarında söz konusu ‘modern bilim’ belirleyici bir rol oynadı. Üstelik her tarihsel dönemde sömürgeciliğin, bir aracı olan ‘modern Batı bilimi’ kendini ‘tarafsız’ ve ‘evrensel’ olarak sunmayı da başardı. Böylece tarafsızlık ve evrensellik efsanesi, batı bilim ve teknolojisine karşı konulmaz bir güç kazandırdı. Her kim batı düşüncesine, egemen batı ideolojisine karşı çıkarsa, bilim düşmanı ve gerici damgasını yemekten kendini kurtaramazdı. Artık Avrupa merkezli, ırkçı, nüfuz yayıcı Batı ideolojisi tüm dünyada egemen olabilirdi...” (S.321)
“Bir tek ‘Batı bilimi’ vardı ve ifadesini ‘diplomalı aydın’da buluyordu. Sömürge ve yarı-sömürgelerdeki ‘Batıcı aydınlar’, sömürgeciliğin ürünü olan yerli işbirlikçi orta-sınıflar kendi halklarını ve kendi geçmişlerini suçlama yarışında, Batılı efendilerini bile geride bıraktılar... Sömürge ‘aydınlarının’ ve işbirlikçi sınıf ve grupların bu tavrını ideolojik bir yanılsama olarak görmek yanlıştır. Maddi, sınıfsal çıkarlar söz konusuydu...” (S.322)
“Kalkınma’ kavramı, 1940’larda ortaya atıldı. Kavram yeni olmakla birlikte, sömürgeciliğin başlangıcından beri geçerli zihniyeti ve benzer içerikleri çağrıştırıyordu. Kalkınmışlığın karşıtı kalkınmamışlıktı. Gelişmişler ve azgelişmişler vardı. Azgelişmişler de gelişmişler gibi olmalıydı... Aslında söz konusu olan dinsizin Hıristiyanlaştırılması, vahşinin uygarlaştırılması, Batılı olmayanın Batılılaştırılması problematiğinin yeni koşullardaki devamından başka bir şey değildi. Eskiden uygarlaşmak, batılılaşmak isteyenler ve bunun olanaklılığına ve gerekliliğine inandırılmış olanlar, şimdilerde de kalkınacaklarına inandırılmış durumdadırlar. Bütün bu döneme egemen olan yaklaşım, ikincilerin ne olduğuna ve nasıl olmaları gerektiğine birincilerin (uygar, kalkınmış, ileri olanlar) karar veriyor olmasıdır. Üstelik bu durum beşyüz yıldır (1492’den beri) devam ediyor. Başlangıçta kurtuluş Hıristiyanlaşmaktaydı. Daha sonra modernleşmekte, batılılaşmakta, şimdilerde de kalkınmadadır. Çağ atlama, çağı yakalama, 21. yüzyıla atlama vb. gibi yenileri de üretilmeye devam ediliyor. Batılılar kendi dışındakileri her zaman ‘geri’ olarak gördüler ve onları değişip kendilerine benzemeleri gerektiğine de inandırdılar veya inanmaya zorladılar.” (S.327)
“Azgelişmiş denilen ülkeler de dünyanın ayrıcalıklıları kadar üretip onlar kadar tüketmeye, onlar kadar yok edip onlar kadar kirletmeye kalkarlarsa durum ne olur? ‘Dünyanın lanetlileri’ de, ortalama bir Amerikalı kadar tüketmeye başlarlarsa nasıl bir tablo ortaya çıkar?(..) Dünya insanlarının ezici çoğunluğu kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı yoksulluk ve sefaletle boğuşurken, ‘çağdaş romalılar’ refah içinde ve demokratik bir ortamda yaşıyorlarsa; bu, ‘dünyanın lanetlileri’ refahlarına ortak olmadığı içindir. Dünya nüfusunun yaklaşık dörtte üçünü oluşturan ‘yoksullar’ bugünkü üretim ve tüketim düzeyindeyken bile, gezegen, üzerinde yaşanamaz hale gelmiş durumda... Hızla da bozulmaya devam ediyor. (..) Dünya nüfusunun %5’ini oluşturan ABD, dünya gıda üretiminin % 35’ini ve dünya enerji üretiminin de % 60’ını tüketiyor. Bütün azgelişmiş ülkelerin, ABD’nin düzeyine değilse bile, görece daha az gelişmiş bir Avrupa ülkesinin üretim ve tüketim düzeyine ulaştığında, yaratacağı sorunları hayal etmek bile bir kâbus olurdu.. (..) Yenilenemez doğal kaynakları hızla tüketen, çevreyi kirleten, gezegeni yaşanmaz hale getiren, ekolojik sınırlar söz konusu olmadığında bile aşırı yoksulluk ve sefalet üreten, Batı burjuva uygarlığına dahil olmayı, ona benzemeyi, ‘Batılılaşmayı’, ‘çağdaşlaşmayı’, ‘kalkınmayı’, ‘çağ atlamayı’, ‘bilgi çağını yakalamayı’, onlar kadar üretip onlar kadar tüketmeyi, kirletmeyi, yok etmeyi amaçlamalı mıyız?” (S.330-332)
“Bize göre, ‘çağdaş toplum’; kimyasal-biyolojik silahlara, F.l6’lara, nükleer füzelere, oto-yollara, uzaktan kumanda aletine, Coca-Cola’ya, robotlara vb. sahip olan değil; kendisi hakkında düşünme yeteneğine sahip olan, bugününü ve geleceğini tasarlayabilen toplumdur. Bunun da birinci koşulu, Avrupa-merkezli dünya görüşünün, bilim ve teknolojinin işlevi hakkında düşünce açıklığına ulaşmaktır. Başka bir anlatımla, ideolojik köleliği aşmaktır. Bunu gerçekleştirmenin yolu da, bilimin pasif tüketicisi olmaktan çıkıp, bilim üreticisi durumuna gelmektir... Ama, Batı’da yapılandan farklı biçimde ve farklı amaçlar için..” (S.343)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı:299 / Ekim 2015
___________________
1- Fikret Başkaya (Denizli, 1940), İzmir Atatürk Lisesi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, İktisat ve Maliye bölümünden mezun oldu. Doktora için gittiği Fransa’nın Paris ve Poitiers Üniversitelerinde, emperyalizm, kolonyalizm, ‘azgelişmişlik’, kalkınma ve kapitalizmden sosyalizme geçiş temaları üzerine çalışmalar yaptı. Türkiye’ye döndüğünde askere alındı ve yedek subay okulundan “kötü düşünceli” olduğu gerekçesiyle, “sakıncalı piyade” diye çıkarılarak Erzurum’a (Oltu) sürgün edildi. Askerlik sonrası çeşitli “demokratik” kuruluşlarda araştırmacı olarak çalıştı. 1979 yılında Akademik kariyere geçti.
Abant İzzet Baysal Üniversitesi, İktisat bölümü öğretim üyesi iken yazdığı (1991), Paradigmanın İflası adlı kitabından yargılandı, 20 ay hapis ve para cezasına çarptırıldı ve üniversiteden kovuldu. Haymana Cezaevi’nden tahliye olduktan sonra (Haziran 1995) Türkiye ve Orta-Doğu Forumu Vakfı’nı kurdu. Daha önce kurulan (1992) ve kurucularından olduğu Özgür Üniversite’yi, Türkiye ve Orta-Doğu Forumu Vakfı çatısı altına aldı. 1999’da yazdığı bir makaleden de 15 ay hapis ve para cezasına çarptırıldı. 27 Haziran 2002’de Kalecik Cezaevi’nden tahliye oldu. Hakkında açılan davaların sayısı bilinmemektedir... Çok sayıda kitap ve makalenin yazarıdır. Kurulduğu günden beri Özgür Üniversite’nin Başkanlığını yapmakta ve orada dersler vermektedir...
Alparslan AYDAR
Günün önemli haber ve videoları WhatsApp kutunuzda! Telefon numaranızı yazın, hemen abone olun...
Takımlar | O | P |
---|
Takımlar | O | P |
---|
Takımlar | O | P |
---|
Takımlar | O | P |
---|
İmsak | 05:24 | ||
Güneş | 06:47 | ||
Öğle | 12:41 | ||
İkindi | 15:51 | ||
Akşam | 18:24 | ||
Yatsı | 19:42 |