DOLAR
32,37 +0.15
EURO
34,98 -0.31
ALTIN
2.325,36 +0.21
BIST
9.080 0.00
BITCOIN
70.524 +1.82
12

Nehri Geçerken

Abdurrahman Arslan’ı dinlediğinizde karşılaştığınız tevazû ve ahlâk sizi farklı bir iklime çeker. Modernizm ve bağlantılı kavramlar üzerine konuşuyor olsa da derdi olan bir Müslüman duyarlılığını her daim hissettirmektedir.

KİTAP 14.04.2021, 00:20
Nehri Geçerken

İslâm, Modernizm, sekülerizm, postmodernite, iktidar ve akıl konuları üzerine yaptığı çalışmalarla öne çıkan Abdurrahman Arslan, 1947 yılında Van’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini aynı şehirde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Yazılan Düşünce, Bilgi Hikmet, Gelecek, Umran, İlim ve Sanat, Köprü, Birikim, Özgün Düşünce, Nida vb. dergilerde yayımlandı. Serbest çalışmaktadır. Modern Dünyada Müslümanlar (2000), Yeni Bir Anlam Arayışı, (2004) Sabra Davet Eden Hakikat, (2009) adlı kitapları yayımlandı. A. Arslan’ı dinlediğinizde karşılaştığınız tevazu ve ahlâk sizi farklı bir iklime çeker. Modernizm ve bağlantılı kavramlar üzerine konuşuyor olsa da derdi olan bir Müslüman duyarlılığını her daim hissettirmektedir.

Nehri Geçerken
Abdurrahman Arslan
Beyan Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 287 / Ekim 2014

Kitabı yayına hazırlayan Asım Öz giriş kısmında şu tespitlere yer verir:

“İçinde yaşadığımız modem durumunun değişik görünümlerine ilişkin olarak sürekli bir biçimde eleştirilerini söylemekten kaçınmayan Abdurrahman Arslan’ın, bu konularda konuşup yazanlara göre çok sayıda yazı kaleme almadığı görülür. Yazı hayatının başlangıç yılları göz önüne alındığında doğru bir tespittir bu. Arslan’ın bildiği, okuduğu, derinleştiği bu konularda az yazıyor olması bir tercih olarak okunabilir.

Modern Dünyada Müslümanlar kitabı, Müslümanların bugün içinde bulundukları temel meseleleri tartışmakta, yol göstermektedir. Örneğin şu önemli tespitleri dikkate değerdir:

‘Müslümanlar bütün tarihleri boyunca hiç düşünmedikleri bir şeyi yapmaya kalkarak, mağlubiyetlerinin sebebini hep kendilerinde bulurken, bu kez başka yerde arayacaklardır. Ve ilk defa mağlubiyetin sebebini kendi dışlarında yani dinlerinde görecek; dinlerini tartışma konusu yaparak onu suçlayacaklardır. Bunun modernitenin ilk ve büyük sersemletici sonuçlarından biri olduğunu vurgulamak gerekmektedir.

İslam, modernlik, sekülerlik, postmodernite, iktidar ve akıl konuları üzerine yaptığı çalışmalarla öne çıkan Abdurrahman Arslan yayımlanan kitaplarının yanında söyleşi ve soruşturmalara verdiği cevaplarda da aynı entelektüel sürekliliğin ve dikkatin varlığını sürdürdüğü görülecektir. Eleştirelliğin her yazma/konuşma, ama özellikle söyleşme bağlamına egemen olduğunu okumamız boyunca sürekli olarak fark ediyoruz. ” (S. 9-10)

Selam’dan Elif Gökmen (1995) sormuş: Modernizm nedir?

“Modernizmin kelimesinin köküne baktığımızda görüyoruz ki Latince ‘modo’ kökünden türemiş, ortaya çıkmış. Yine aynı kelimenin moda ile akrabalık bağının olduğunu belirtmemiz lazım, Anlam olarak da ‘şimdi’, ‘tam şimdi’ manasındadır. Ama ‘şimdi’nin bir başka özelliği daha var. ‘Şimdi’ kendisini tanımladığında, aynı zamanda dünden çok farklı ve üstün olduğu anlamını taşır kendi içinde. Yani ben şimdiyim, dünden farklıyım, ben üstünüm. Şimdi, ilerlemeci bir tarih görüşünü de içkindir. Modern dönem tarihin bütün dönemlerinden kendini üstün görmektedir. Fakat ilginç bir şey, kelimenin kaynağında Hıristiyanlık’ın geldiği dönemle ilişki kurabiliyoruz. İlk Hıristiyanlar da kendileri için modern sözcüğünü kullandılar. Kur’an da geldiği dönemde kendini geçmişten ayırmış ve geçmişi cahiliye dönemi olarak tanımlamıştı. Hristiyanlar da kendilerini o cahiliye döneminden ayırmak için modern kelimesini kullandılar. Bu nedenle bir yoruma göre de ‘modern’ sözcüğü ‘model’ olma anlamına da geliyor; bunun da ‘delil’ kökünden geldiği, karşıtının ise delalet olduğu söylenmektedir. Buradan hareket ettiğimizde o günün Hıristiyan müminlerinin kendilerini modern olarak adlandırmaları daha iyi anlaşılabilir. Tabii din bunu kendisini cahiliyye dediğimiz dönemden ayırmak için kullandı. Fakat modern dönem öyle değil. Modern dönem bu kelimeyi aldı, bir bakıma içerik anlamını değiştirerek kendisi için kullandı. (..) Çünkü kelime kök olarak dinden ödünç alınıyor. Bu dönem genel olarak Rönesans/Reformasyon ile başlayan ve Aydınlanma dediğimiz dönemle devam ederek 1789 Fransız Devrimi’ne ve ulus devletin kuruluşuna uzanarak günümüze kadar devam edip gelmektedir. Bu dönemde insanın kendisi başta olmak üzere bütün bir varlık âlemini yeniden anlamlandırması dikkat çeker. Bu anlamlandırma ile beraber merkezinde Tanrı’nın olduğu bir düzenden, insanın merkeze alındığı dünyevi bir düzene geçiş sağlanır. Bununla insan da halifelikten, efendiliğe geçmiş olur; tabiata karşı savaş açar, onu egemenliği altına almaya koyulur. Bu süreçlere de ‘insanın özgürleşme süreci’ der. Modernite ile birlikte insan her şeyin, iyinin, kötünün, güzelliğin, adaletin, doğrunun, sevginin ve sanatın anlamının kaynağına kendisini yerleştirir. Düşünce biçiminde rasyonalizmin, dinin yeni yorumunda protestanlığın ve yeni bir insan anlayışının, yani hümanizmanın bu dönemin belirgin özellikleri olarak ortaya çıktıklarını görmekteyiz. ” S. 32-33

Özgün İrade’den Abdülaziz Tantik ile gerçekleştirilen söyleşide (2007) Modernizmin kökenleri ve temel parametreleri ele alınmış.

“Hiç şüphe yok ki Batıda doğup gelişen modernite, skolâstik dönemin Hıristiyanlık düşüncesi karşısında iki dayanağa sahip olmuştur. Yani, modernist düşünce, içinde doğup gelişecek olan Skolâstik dönemin Hıristiyan inancını/düşüncesini zayıflatma ve ona karşı durmanın entelektüel gücünü Kadim Grek ve İslam düşüncesinden almıştır diyebiliriz. Yine bilindiği gibi Kadim Grek düşüncesi de Batı dünyasına İslam düşüncesi üzerinden aktarılmıştır.

İslam düşüncesi Batıyı daha çok Sicilya ve Endülüs üzerinden etkilemiştir. Modernist düşünce cihetinden Kadim Grek ve İslam düşüncesi, Ortaçağ Hıristiyanlığının siyasi, sosyal, dini fakat özellikle kozmolojik anlayışı üzerindeki etkisini zayıflatan araçsal bir işlev görmüştür diyebiliriz. Yani kurucu bir unsur halini almıştır. Batı modernitesi Ortaçağ Hıristiyanlığının dünyasını parçaladıktan sonra, kendini inşa ederken büyük nispette Grek aklı ve tecrübesinden faydalanmıştır. Bu faydalanma hem felsefi hem de hakikat nazariyesi bağlamında olmuştur. Burada Batı aydınlanmasının inşasında Grek felsefesi önemli olurken Protestanlığın oluşumunda da İslam düşüncesinin katkısından söz edebiliriz.

Modernite daha başlangıçta kendini bir özgürlük ve özgürleştirme projesi olarak tanımlamış, böyle bir vaatte bulunmuştur. İlgi çekici bir husus olarak bugün post-modernite de bir özgürlük ve özgürleştirme vaadinde bulunarak ortaya çıkmaktadır.

Modernite bu özgürlüğü akıl temelli bir özgürlük olarak nitelendirmiştir. Yani bu vaadin gerçekleşmesinde akıl temel alınmıştır. Ama tabii ki modernite bu kadarla sınırlı bir proje ya da iddia değildir. Modernite her şeyden önce bir meta söylemdir; yani modernite aynı zamanda varlık, varlık düzeyleri, eşya ve eşyanın hakikatini açıklama iddiası taşıyan bir düşünce biçimini ifade eder. Mevcut olan her şeye kendine göre bir açıklama getirir. Modernite bu açıdan değerlendirildiğinde İslam ile bir çatışma potansiyeli taşımakta, bir iktidar gerilimine sebep olmaktadır. O da din gibi varlığın hakikatini açıklama modelinin kendisinde olduğu iddiasında bulunmaktadır. Bu yüzden Batı modernitesinin önce Hristiyanlık sonra Musevilik şimdi de İslam’la gizli bir iktidar çatışması içinde olmasını doğal kabul etmemiz lazım. Eğer modernitenin temel kabullerinden biri olan akıl anlayışı üzerinde durursak; modernist insan tanrı ve tabiata karşı özgürleşme arzusu taşımıştır ve bunu gerçekleştirme imkânını akla tutunarak yapmaya çalıştığını görüyoruz. Gerçektende dinin önerdiği varlığı açıklama modelini reddeden insanın modern dönemde elindeki tek imkânı akıldır. Modernist akıl dinin elindeki hakikat algısını almış ve yerine yeni bir hakikat algısı sunmuştur. Ve insanoğlunun hakikat anlayışını aklın kapsam alanına sokarak onu fiziksel gerçekliğe indirgemiştir. S. 130-132

Rıhle Dergisinin Modernizm soruşturmasında (2008) Müslümanların Modernizm ile imtihanı sorgulanmış.

“Batı dışındaki toplumlar için modernleşme trajik bir oluştur; bir yandan Batıdan modernleşmenin bütün kavram, fikir ve araçlarını alıyor, diğer yandan da Batının bize yönelttiği tehditlere karşı kendimizi savunmak üzere bunları kullanmaya çalışıyoruz.

Bu sürecin Müslüman dünyada yanlış bir şekilde ‘düşmanın silahıyla silahlanmak’ şeklinde formüle edildiğini biliyoruz. Yanlıştır, çünkü burada silahtan neyi anlamamız gerektiği belirsizdir; bunu sadece askeri bir mesele olarak mı anlayacağız, yoksa bir yöntem, bir kılavuz olarak hayatın her yönüne uygulayacak mıyız? Ancak doğurduğu neticelere baktığımızda bu formülasyonun her alanda Müslümanı Batı taklitçisi yaptığını görebiliyoruz.

Müslüman, İslam’dan kaynaklanan bir mecburiyet olarak ontolojik ve epistemolojik olarak kendine ait bir anlam dünyası içinde yaşamak durumundadır. İslam’ın ideal ve değerler sisteminin şekillendirdiği bir dünyadır bu; bu dünyanın önemli vasfı insana herdefasında faniliğini hatırlatmasıdır. Ayrıca bu dünya Müslüman için her şeyden evvel iman ve amel ilişkisi cihetinden önem taşır; bu dünyanın sosyal düzenlemesi değil fiziki düzenlemesi de bu ideal ve değerlerle uygunluk taşır. Müslümanın modernite ile karşılaşması onun bu dünyasını elinden almış, yerine tanıdık olmadığı bir dünya vermiştir. Deyim yerindeyse eğer, zihnin kıblesiz kalması Müslümanın yolunu bulamayışı, kendini ‘çıplak’ hissetmesi bundandır. Kendi dünyasını yeniden elde etme çabasıyla başlayan, yaklaşık bir asırdan fazla süren bu mücadele, günümüzün Müslümanının elinde İslam’ın modernitenin dünyasına uyarlanmasına dönüşmüş halidir. Bugünün Müslümanının ‘İslâmî’ dediği çaba budur. Söylememiz gerekir ki modernite, onun ideolojik ifadesi olarak modernizm, sıradan bir düşünce değildir. Modernite her şeyden evvel varlık dünyasını bütünüyle açıklama iddiasında olan bir ‘üst anları’, bir ‘dünya görüşü’ ya da felsefi bir ‘sistemdir’ diyebiliriz. Dünün insanı Tanrıdan yola çıkarak her şeyi açıklamaya çalışırken, modern insan kendinden yola çıkarak her şeyi açıklamaya çalışır. İnsanı, toplumu, tabiatı, tarihi açıklama ve anlamlandırma iddiası taşıyan, eğer deyim yerindeyse, bir ‘din’dir. Unutmamak gerekir ki Batılı bir tecrübe olarak, daha önemlisi Batıda yaşanan yaklaşık bin dört yüz yıllık bir dini tecrübenin içinden ortaya çıkmış, olağanüstü karmaşık tarihsel şartların oluşturduğu bir bütünlüğü ifade eder. Bu yüzden sadece tek bir sebebe dayandırarak moderniteye açıklama getirmek fazlasıyla zordur.

Tanrı merkezli olandan insan merkezli olana geçişte neler değişti, değişen neydi; yansımaları, açılımları ne oldu. Bir kere bu geçişin kendisinin bir özgürlük olarak anlaşıldığını ve tanımlandığını biliyoruz; zira modern özgürlükler kavramının kaynağında bu yer almaktadır. Yani modernite daha başlangıçta kendisini bir özgürlük ve özgürleşme projesi olarak tanımlamıştır. Hıristiyanlık insan nefsinden gelen arzuları günah sayıp yasak etmişti; buna karşılık modernite bu arzuların önüne koyulan her türlü dini, kültürel engeli akıl dışı ilan ederek ortadan kaldırdı. Bu yüzden Ortaçağ yasağın ve tutsaklığın, Yeniçağ ise serbestliğin ve özgürlüğün yeni dönemi olarak nitelendirilmiştir. Bu geçişin doğurduğu önemli değişikliklerden biri de değişen hakikat anlayışıdır; hakikatin kendisi gibi kaynağı da değişmiş oluyor. Modernite öncesinde hakikatin kaynağı kitap olurken; insanlar doğumdan ölüme kadar karşılaştıkları bütün sorunları kitabi hakikate göre çözmeye çalışırken modernite bu kaynağı değiştirdi. Hakikatin kaynağını tabiat yaptı. Sorunlar bu defa pozitivizmin imkânlarıyla tabiattan elde edilen hakikat bilgisine yani tabiat yasalarına göre çözülmeye çalışıldı; bu süreç halen devam etmekte. Bunlar olurken tabii olarak aklı da insanın tabiat karşısındaki ve hakikati bulma hususundaki tek imkânı olarak gördü. Aklın hakikati ve doğruyu bulabilmesi için özgürleşmesi gerektiğini savundu. Bu yüzden de insanın muhayyilesinin dinden, ahlaktan, her türlü gelenekten ve hurafeden arınması gerektiğini söyledi. Tabii ki bir diğer husus da bilginin değişmesidir. Bilginin kaynağı, mahiyeti ve işlevi değişti. Bilgi insanı iyi bir kul, ahlaklı bir insan yapmaktan çok, artık tabiatı değiştirmek ve onun üzerinde egemenlik kurmanın imkânı olarak görüldü. Din insanlığın ortak malıyken bilgi şimdi alınıp satılan bir metaya dönüştü. Bilginin üreticisi ve taşıyıcıları olarak entelektüeller ortaya çıktı ve toplumsal önderliği ele geçirdiler. Özetlersek, bütün bunlarla beraber yeni bir insan modeli olarak ‘birey’; yeni bir insan birlikteliği olarak ‘toplum’; yeni bir siyasal birlik olarak ‘ulus’; yeni bir yönetim tarzı olarak ‘demokrasi’ doğdu. ” S. 335-339

Modernitenin bir kırılmaya uğrayarak çoğulculuk diye nitelenebilecek yeni bir felsefi bakış açısına / Postmodernizm dönüşümüne değinir.

“Modernite, bilim ya da pozitivizm dediğimiz ideoloji üzerine kuruludur. Kendini bu temelde meşrulaştırmıştır. İnsan, toplum ve dünya başta olmak üzere her şeyi pozitivist temelde açıklamaya ve anlamlandırmaya çalışır. Aklın ve bilimin taşıdığı iddialara baktığımızda bu kırılmayı daha rahat görebileceğimize inanıyorum. Moderniteye göre varlık dünyası yani fiziki dünya akıl temelli bir işleyiş sürdürür. Ona göre tabiatın işleyişi ile aklın düşünürken sürdürdüğü işleyiş aynı yasalara tabidir, ortak özellikler taşır. Bu şu demektir: Tabiatın işleyişini sağlayan ve tanrının eseri olan fizik yasaları, akıl tarafından anlaşılabilir ve keşfedilebilir özelliklere sahiptir. Moderniteye göre hakikat, insanın dışındadır. Eğer insan zorlu ve sabırlı çaba sarf ederse hakikati elde edebilir. Hakikate, insanın tabiattan elde edeceği yasaların yardımı ile ancak ulaşılabilecektir; daha doğrusu dış gerçekliğe ait hakikat yasa olarak insanın eline geçecektir. Burada akla atfedilen özellik şudur: Akıl varlığa bütünüyle nüfuz edebilen, varlığın künhüne varabilen ve bunun neticesinde de bize yasa getiren bir kuvvetin, özelliğin sahibidir. Burada hiçbir şeyden etkilenmeyen, bütünüyle saf bir akıl anlayışıyla karşı karşıya geliyoruz. Saf akıl anlayışı modernist düşüncenin daha sonra önemli bir zaafı haline gelecektir. Yalnız bununla sınırlı değil, modernist anlayışa göre ‘dil’ de saftır, yani aklın bulduğu her yasayı, bilgi; saf haliyle insana kolayca iletebilme imkânına ve kapasitesine sahiptir. Dolayısıyla varlığa ait bilgi varlığın bizzat kendisini bütünüyle yansıtan saf bilgi olarak akıl tarafından elde edilirken, dil tarafından da bu anlaşılır ve iletilir durumuna getirilmektedir. Bunun mümkün olamayacağını, aklın bu süreçlerde kendinden de bilgiye bir şeyler kattığını ilk defa İmmanuel Kant (1724-1804) dile getirmişti. Fakat Kant’ın yine akıl tarafından telafi edileceğine inanıldığından, akıldan ve onun inşa ettiği modem dünyanın doğruluğundan insanlar fazla şüphe duymadan 1945’lere kadar geldiler. Deyim yerindeyse iki ‘bomba’ modern projeye duyulan imanı olduğu kadar aklın inşa ettiği pozitivist ideolojiyi de ciddi şekilde kırılgan hale getirdi. Aslında bu, aklın artık akılla tamir edilemeyeceğini gösteriyordu.

Birinci ve ikinci dünya savaşları ile birlikte modern zihinde oluşan karabulutlar; insanlığı özgürleştireceğini iddia eden aydınlanma projesinin kendi karanlığını beraberinde getirdiğine işaret etti. Atom bombasının patlaması, tarihin mükemmele doğru bir evrim süreci içinde olmaktan çok, insanın kendi elleriyle kendini yok etmeye hazırlandığına dair düşünceleri kuvvetlendirdi. Böylece aydınlanma projesi yoğun bir şüphe altına girdi.

Özellikle atom altı fiziğin gösterdiği gelişme modern felsefe ve düşünceyi ciddi bir sarsıntıya soktu. Aklın ve dolayısıyla bilimin bize mutlak bir bilgi sunamayacağı, bilimin kesinlik iddiası taşıyamayacağı fikri giderek taraftar bulmaya başladı. Eğer bize bilim mutlak doğruyu söyleme kapasitesine sahip değilse bizim kim olduğumuzu ve neye göre yaşayacağımızı nereden ve nasıl öğrenecektik. 1960’lardan itibaren bilim felsefesinde meydana gelen bu gelişmelerin siyasete, sosyolojiye yansıması uzun sürmedi; nihayetinde bulduğu karşılık izafilik ve nihilizm oldu. Yeni felsefe hakikatin insanın dışında yani nesnel değil öznel olduğunu, yine gerçekliğin yoruma bağlı olduğunu, sürekli ve evrensel değil geçici ve bağlamsal olduğunu söylemeye başladı. Bu epistemolojide, dolayısıyla, bilginin teorik yapısında ciddi bir alt üst oluş anlamına geliyordu. Dolayısıyla, 1960’lardan itibaren bilimin evrensellik iddiası tartışılır olmaya başladı. Bilim mutlak bilginin sahibi değilse, biz hangi iddianın sahibi olabiliriz denmeye başlandı. Eğer hakikat evrensel değil de kişinin kendisine bağımlı ise hakikatin sürekliliğinden bahsedilmiyorsa bu durumda aydınlanmanın hakikat tanımının hegemonik bir özellik taşıdığı iddia edilebilinirdi. Nitekim edildi de. Bu durumda bir dünya görüşüne ait bir değerin başka bir dünya görüşüne ait değerle mukayese edilemezliği, hiç kimsenin kendi değerlerini başkalarınkinden üstün olduğunu savunamayacağı gibi yeni bir felsefe ile karşı karşıya geldik. Böylece dinlerin ve toplumların değerlerinin, yaşam tarzlarının birbirlerinden üstünlüklerinin asla tartışılamayacağını savunan yeni bir kültürle yoğrulmaya başladık. Bu, her şeyi izafileştiren yeni bir düşünce tarzını, yeni bir felsefeyi yani postmodernizmi ifade ediyor.

Hakikatin öznelliği meselesi, doğal olarak bir özne olarak bireyin dini anlama ve algılama mantığının biçimini de dönüştürüyor. Bu kültür içinde kişi dindardır, ancak kendi dininin öngördüğü mantığı da yapı bozumuna uğratarak kendi mantığına göre yeniden düzenleyen bir dindardır. Bu durumda Kutsal Kitabın sonsuz yorumu, ahlakın sonsuz anlaşılma biçimi, yani bizi ortak kılan, bir araya gelmemizi sağlayan ontolojik düzlem parçalanmaya başlamıştır. Ama çoğu zaman dindar insan bu ontolojik zemini çatlattığının, kırılgan hale getirdiğinin dolayısıyla anlam kaybına uğrattığının farkında bile değildir. Bu durum postmodernliğin mantıksal dönüşüme uğratarak oluşturduğu kuşkucu kültürün bir sonucudur. Bu kuşkucu kültür, bireyin, toplumun ve demokrasinin dönüştürülmesini sağladığı gibi iletişim aygıtlarıyla da bu kültürün bütün yeryüzünde dolaşımını sağlamaktadır. İletişim teknolojisi pozitivizmin kırılmaya uğramasıyla ortaya çıkan kuşkucu kültürü bütün dünyada insanların zihnine yerleştirmekte, bu zihinleri yeniden kendine göre düzenlemektedir. Zihinlerin yeniden inşa edildiği bu süreci, getirdiği tehlikelerle birlikte bir devrim olarak görmek mümkündür.

İnsan, kendi idealleri çerçevesinde yeni bir dünya kuran ve kendisine yönelik baskıları göğüsleyebilen, bunun yollarını bulabilen yegâne varlıktır. Bu durum insanın sorumluluğu ile örtüşmektedir. Postmodern durumun bizden isteği, onun inşa etmeye çalıştığı bu mevcut ve verili duruma uyum göstermemizdir. Postmodern kültür mevcut durumu muhafazaya yönelik bir tutumu ve kapıyı herkese açık tutarak uyuşturucu bir kültür olarak hem zihinlerimize hem de hayatlarımıza nüfuz ederek onları yeniden düzenlemektedir. Modernitenin kendi ilkelerine uymadığı için bize ait olduğu halde hayatımızın dışında tuttuğu bazı tutum ve davranışları bu kültür içeriye davet etmektedir. Yani modernite tarafından kadınlarımızın başörtüsü ve erkeklerimizin şalvarı dışlanırken postmodemite kültürü bunları içeriye davet etmektedir. Modernleşme bilhassa Kemalist modernleşme bunları dışarıda tutarak Müslümanlara cehennem hayatı yaşatırken bugün postmodernite aynı hayatı yaratmak üzere bunları meşru kabul ederek içeriye davet etmektedir. Bu kültürün süreci böyle kurgulaması Müslüman zihin için özgürleştirici bir görüntü vermektedir. Bir de 28 Şubat gibi bir baskıyı yemişseniz, bu reddedilemez bir davete dönüşmektedir. Hele dünya sevgisinin giderek kök salıp kuvvetlendiği kalplerin sahibi durumundaki Müslümanların yediği bu tokat onlara acı verirken bu yeni özgürlükçü söylem çok davetkâr ve kışkırtıcı olmaktadır. Müslümanların bu davete icabet ettiklerinin aksini söylemek mümkün değil. Fakat Müslümanların kahir ekseriyeti bu davetin sadece Müslümanları şekilleri ile kabul ettiğini ancak hakikat algılarını dışta tuttuğunu ve bu kültürün kendi hakikat temelini izafilik üzerine kurduğunu maalesef görememektedirler. S. 132-137

Ortaya çıkan bu yeni politik kültürün Müslümanları da laikleri de dönüştürdüğünü ifade eden Arslan (2007) bu noktada dikkatli olunması gerektiği kanaatinde.

“Bu politik kültür olmasaydı biz küreselleşmeyi tanımlayamazdık. Çünkü küreselleşme bir tür olarak tanımlanmasını içeren bir şey. Yani dünyanın kendisine dair tanımının bütünleşmiş bir ifadesidir küreselleşme. Eğer bu politik kültür olmasaydı ya da sizin dediğiniz o felsefe olmasaydı dünyayı biz bugün küresellik kavramı altında bir bütün olarak tanımlama imkânına kavuşamayacaktık. Klasik anlamıyla pozitivist temelde böyle bir tanımdan hareket etseydik biz dünyayı ulus devletlerin dünyası olarak tanımlayacaktık. Farklı toplumların dünyası olarak tanımlayacaktık. Ya da farklı kültürlerin dünyası olarak tanımlayacaktık. Politik kültür dünyayı bir bütün olarak tanımlamamızın imkânlarını belirler. Dünyanın bir bütün olduğuna inandırır ve bizlerin de bu şekilde algılamamızı ister. Bu ne kadar sahici bir algılamadır, tabii ki tartışmaya açıktır. Ama nihayetinde böyle bir özelliği vardır diye düşünüyorum.

Yeni politik kültürün Müslümanlar için tehdit olduğunun Müslümanlar farkında değiller. Bence problem oradan geliyor. Müslümanlar yeni politik kültürün onlara getirdiği hareket etme serbestisinin sarhoşluğu içindeler. Beni de en çok kaygılandıran budur. Yoksa bu politik kültürü kabul edersiniz ya da reddedersiniz, önemli değil. Ama bu politik kültürü tahlil etmek laiklerin de, Müslümanların da, o güvenlik konsepti arayışı içersindeki askerlerin de boynunun borcudur. Çünkü bu politik kültürün toplumu çürütücü bir boyutu var. İnsanları korkunç bir konformizmin içine çekiyor. Bu konformizm içersindeki insanlar sadece hayatlarının süfli talepleriyle geçinen birtakım nesnelere dönüşüyorlar. Bu nedenle bizim bekamız açısından tahlil edilmelidir. Yetmiş milyonluk ülkenin üniversitesiyle, aydınıyla, siyasi partisiyle, entelektüeliyle bunu tahlil etmek mecburiyetindeyiz.

Her sistem getirdiği olumsuzluklar kadar, insanların önüne yeni imkânlar da açar. Müslümanlar bugün bu durumu tamir etmekten çok, yeni durumun getirdiği imkânlara çabuk adapte olmaları söz konusu. Nimet gibi görünen küçük kemiklerin peşinde koşmak... Birtakım Müslümanların yaptığı bu... Çıkış yolu bulmak için çok dolaşmaya gerek yok. Kıblesiz bir dünyada yaşıyoruz, ama bizim kıblemiz var. Bizim için belirsizlik yok. Bu politik kültür her şeyi anlamsızlaştırıyor. Biz anlamın bütün imkânlarını elimizde bulunduruyoruz, bu kültür ise insanların elinden anlamı alıyor. Beni kaygılandıran Müslümanların dünyanın üç kuruşluk nimetlerine ram olmuş olmaları ve ilgisizlikleri. Ancak Allah’ın sabredenlerle beraber olduğunu biliyoruz. (S. 120-129)

“Müslüman zihin doğar doğmaz modemitenin dünyası içinde sosyalleşmeye başlamakta; iyi kötü, doğru yanlış ama bu dünya yani bizim varoluş evrenimizi o şekillendirmiş ve şekillendirmektedir. Deyim yerindeyse biz kozanın içindeki ipekböceği durumundayız.

Böyle bir dünyadan etkilenmemek mümkün mü? Burada esas tehlikeli ve korkunç olan, etkilenmenin farkında olmamaktır. Zira zaman içinde insanoğlu her şeyi içselleştirerek kendisinin doğal bir parçası haline getirebilmekte, zihin onda bir yabancılık görmemektedir. Buradaki sorun etkilenmemek değil, mümkünse az etkilenmektir ve bunun şuurunda olmaktır.

Müslümanların bu durumu bana hep Bakara Sûresi’ndeki Calut’un askerlerinin zikredildiği kıssayı hatırlatır. Telef olmamak için, dönüşmüş ve bu yüzden de nasipsiz halde bulunan aklımızın bize bir ‘nimet’ gibi gösterdiği modernitenin göz kamaştırıcı nesnelerinden mümkün olduğunca uzak durmak gerekiyor, diye düşünüyorum. ” S. 341

“Böylece Tâlût ordu(su)yla (Kudüs’ten) ayrılınca (onlara) şöyle dedi: ‘Muhakkak ki Allah, sizi bir nehirle (de) imtihân edicidir. Buna rağmen kim ondan içerse, artık benden değildir. Eliyle bir avuç alan müstesnâ, kim de ondan (izin verilenden fazlasını) tatmazsa, işte şübhesiz o bendendir!’ Fakat içlerinden pek azı müstesnâ, (hepsi) ondan (kana kana) içtiler.
Derken o ve berâberindeki îmân edenler onu (nehri) geçince, (sudan içenler): ‘Bugün Câlût ve ordusuna karşı bizim tâkatimiz yoktur!’ dediler. Gerçekten kendilerinin Allah’a kavuşacak kimseler olduklarını sezenler (yakînen inananlar) ise şöyle dediler: ‘Nice az (sayıdaki) topluluk, (daha) çok (sayıdaki) cemâate Allah’ın izniyle galib gelmiştir!’ Çünki Allah, sabredenlerle berâberdir.” (Bakara Sûresi:249)

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 287 / Ekim 2014

Yorumlar (0)
Yorum yapabilmek için lütfen üye girişi yapınız!
Günün Karikatürü Tümü

Günün önemli haber ve videoları WhatsApp kutunuzda! Telefon numaranızı yazın, hemen abone olun...

12
az bulutlu
Puan Durumu
Takımlar O P
Takımlar O P
Takımlar O P
Takımlar O P
Namaz Vakti 29 Mart 2024
İmsak 05:05
Güneş 06:30
Öğle 12:58
İkindi 16:30
Akşam 19:16
Yatsı 20:36

Gelişmelerden Haberdar Olun

@