DOLAR
34,39 +0.47
EURO
36,85 -0.60
ALTIN
2.970,27 -0.20
BIST
9.185 +2.67
BITCOIN
76.300 +0.86
12

İstanbul Sözleşmesi ve Süresiz Nafaka

Genel Yayın Yönetmenimiz Bahtiyar Kara, tarihçi yazar Tarık Sezai Karatepe ile İstanbul Sözleşmesi üzerine röportaj gerçekleştirdi. Röportajda İstanbul Sözleşmesi'nin yanı sıra toplumun kanayan yarası olan süresiz nafaka da konuşuldu....

12 Şubat 2020, 17:45 Bahtiyar KARA
İstanbul Sözleşmesi ve Süresiz Nafaka

Genel Yayın Yönetmenimiz Bahtiyar Kara, tarihçi yazar Tarık Sezai Karatepe ile İstanbul Sözleşmesi üzerine röportaj gerçekleştirdi. Röportajda İstanbul Sözleşmesi'nin yanı sıra toplumun kanayan yarası olan süresiz nafaka da konuşuldu.

Tarık Sezai Karatepe: İstanbul Sözleşmesi’nin birçok yönü var. Öncelikle LGBT’yi kanun güvencesi altına alıyor. Türkiye de sözleşmeyi kabul ettiğinden tüm kurallarını koruma altına almak zorunda. Sözleşmeye göre kadın ya da erkek üçüncü bir cinsel yönelime meyil ederse buna hiç kimse, anne-babası dahil (anne babadan bir ya da ikisi cinsel yönelime karar verdiyse), toplumdan hiçbir kimse buna karşı koyamaz. Eğer karşı koyarsa, fiziki, ruhsal, yazılı, sözlü bir mobbing uygularsa İstanbul Sözleşmesi’ne göre: ‘Devlet bütün yargı ayağıyla, kolluk kuvvetleriyle, STK’larıyla bu muameleye karşı mücadele etmek zorundadır.’ Diye bir ifade yer alıyor. Türkiye maalesef bu yükün altına girmiştir.

Bahtiyar Kara: Yani Türkiye muhafaza ediyor ve koruyor bu sözleşmeyi.

Tarık Sezai Karatepe: Evet, koruyor ve teşvik ediyor. Yani bunu neden koruyor, çünkü neslin yok edilmesi için kadının ve erkeğin dışında üçüncü bir cinsel yönelme olması lazım. Bunun arka planında da şu var: Kur’an-ı Kerim’in ahlaksızlık, azgınlık diye nitelediği kısmı; bir cinsel yönelim, meşru bir hareket, doğal bir sonuç olarak görüp ‘’Bunun ahlaksızlıkla, azgınlıkla ne alakası var, bu onun bireysel özgün tercihidir, kimse buna müdahale edemez. Kadın ve erkek kendini nasıl ahlaklı, dürüst kişilikli olarak tanımlıyorsa, erkekken kadına yönelen, kadınken erkeğe yönelen, 3. tercihe yönelenleri de ahlaksızlık olarak değerlendiremeyiz. Bu onun yapısına uygundur’’ gibi bir düşünce oluşturuluyor.

Allah’tan fıtrata uygundur demiyor ve hiç kimse buna müdahale edemez diyor. Dolayısıyla 2005 yılında Türkiye’de ilk Gay derneği kuruluyor. ‘’Gay’’ derneğini diğer dernekler takip ediyor. Bunun arka planında partiler, çeşitli sektörler, sivil toplum kuruluşları da yer alıyor. Dağıttıkları LGBT renkli cüzdanlarla, şemsiyelerle görünürlüğü sağlıyorlar. Buradan Kızılay’ a yürüsen, eğer hava yağmurluysa 3-4 tane LGBT renkli şemsiye taşıyan insan görebilirsin. Çünkü dağıtılıyor.

Bahtiyar Kara: Bu sembolik şeylerle belli ediyorlar kendilerini öyle mi hocam?

Tarık Sezai Karatepe: Tabi tabi, onu meşrulaştırıyor, bilinçaltına atıyor ve bir süre sonra normalleşiyor. Dün mesela dolmuşa bindim. Çarşaflı bir kadın ve 17 yaşında oğlu içeri girdi. Oğlu tıpkı bir kız gibi konuşarak içeri girdi ve kafasını, gözünü sallıyordu. Saçını uzatmış, yüzü tüysüz, tuhaf. Ve kızsı tavırları var. İçeri girdi, oturdu. Annesiyle yine kızsı kızsı konuştu. Sonrasında gittiler. O kadının yapacağı bir şey yok çünkü bu öyle bir şey ki kanser olunca kurtulabiliyorsun, tiryakiysen içkiyi bırakabiliyorsun, sigarayı bırakabiliyorsun, kumarı bırakabiliyorsun, milli piyangoyu bırakabiliyorsun, küfrü bırakabiliyorsun, zinayı bırakabiliyorsun ama cinsel yönelimi bırakamıyorsun. Çünkü o senin yediğinden, içtiğinden veya bunun sevimli gösterilmesinden, algına yerleşmesinden dolayı bırakamıyorsun. Çünkü senin artık kişiliğin, kimliğin, karakterin oluyor.

İstanbul Sözleşmesi’nin bizce reddedilmesi gereken bir diğer yönü, evlenmelerin hızlı bir biçimde azalması, aynı paralelde boşanmaların hızla artması. Boşanmaları ve nafakayı teşvik edici bir yönü var ve erkeklerin evden uzaklaştırılmasını, elektronik kelepçe veya karakol kontrolü imzaları teşvik eden bir yapısı var. Bu da ilerleyen dönemlerde sahipsiz çocuklar anlamına geliyor. Yılda 110 bin erkek belli sürelerle en az 1 ay, en fazla 1-2 yıl süreyle evinden uzaklaştırılıyor. O da şöyle yapılıyor: Evvela şiddetin durumuna göre 1-2 ay evden uzaklaştırılıyor. Bu şiddet içeren olay 2. defa tekrarlanırsa 6 aydan 1 yıla kadar daha fazla uzaklaştırma veriliyor. Burada en fazla mağdur olan çocuklar oluyor. Bir kere baba, çocukların gözünde sabıkalı ve eve yaklaşamayacak bir adam olarak görünüyor. Bu kanunun çelişkili tarafı, evden uzaklaştırılanların tamamına yakınının erkek olması. Kadın evden uzaklaştırılmıyor.

Ne yaparsa yapsın, isterse evliyken sevgilisiyle dolaşsın, ne yaparsa yapsın evden uzaklaştırılmıyor. Kaldı ki, İstanbul Sözleşmesi zinayı suç saymadığı için kadının gayrimeşru ilişkilerini, onun bireysel özgür tercihi olarak nitelendiriliyor. Yani evlilik ayrı bir şeydir, kadının istediği erkekle tırnak içerisinde fingirdeşmesi apayrı bir şeydir. Kadının evle ilgili sorumluluklarını etkilemiyorsa, dışarıda ne yaptığını sorgulayamayız. Bu feminist hareketin temelini oluşturan, evlilikle sevgililiği ayıran, dışarıyla içeriyi ayıran ve bunun yerine ev arkadaşlığı sistemini getiren; evde kocasıyla resmiyette evli, kocasının onunla tırnak içerisinde birleşmek istediğinde ‘’Ben seninle birleşmek istemiyorum’’, kocası ona dokunduğunda ‘’Bak mahkemeye veririm seni’’, kocası ona zorla biraz daha baskı yaparak cinsel bir muamelede bulunduğunda ertesi gün kadın soluğu mahkemede alıyor. Doktor kontrolünde bir gün önce adamın kadınla birleştiği, bunun kadının rızası dışında olduğu ve tecavüz suçu olduğu şeklinde bir şey ortaya çıkıyor. Bütün bunların mağduru çocuklar oluyor. Çünkü dediğimiz gibi yılda 110 bin adam, 5 yılda 550 bin adam, bunların 3’er, 4’er çocuklarının olduğunu düşünelim. 2 milyon çocuk baba sevgisinden, baba otokontrolünden mahrum bir biçimde, maalesef sokaklarda serseri mayın gibi dolaşıyor. Bu da onların ahlaki, duygusal ve inançsal durumlarını etkiliyor. Çocuklar deist oluveriyorlar. Çocuklar ahireti dışlıyorlar.

Zaten İstanbul Sözleşmesi’nin temel esprisi, artık bugüne kadar inandınız, tamam Müslümanız dediniz, ama artık bundan sonra biz gerekli kontrolleri sağlayacağız, çünkü biz Avrupa Konseyi olarak İstanbul Sözleşmesi’nin ana çatısı olarak, bu işin uygulayıcısıyız ve biz bunu takip edeceğiz. Kolluk kuvvetleriyle, yargı kuvvetleriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla ve devlet bürokrasisiyle bunun peşindeyiz. İstanbul Sözleşmesi’nin uyum yasaları çıkarıldı. Adli boyutu gündeme getirildi. Şu an mahkemeler İstanbul Sözleşmesi’ne uygun karar veriyorlar. Hakimlerin de bu anlamda eli kolu bağlı.

Bahtiyar Kara: Ben şunu merak ediyorum hocam. Bilmiyorum çok mu siyasi olur? Neden böyle bir şey yapıyoruz bizim kültürümüze uygun olmayan? Neden böyle bir sözleşmeye onay veriliyor?

Tarık Sezai Karatepe: 18 yıldır iktidarın da reddetmediği Büyük Ortadoğu Projesi yüzünden dökülen kanlar, ağlatılan çocuklar, öksüz bırakılan, yetim bırakılan, kocasız bırakılan, evleri başına yıkılan, milyonlar, milyonlar, milyonlar... Bu Büyük Ortadoğu Projesi’nin tabi sonucudur. Büyük Ortadoğu Projesi’nin de İsrail ve Mısır ile birlikte 3. sacayağı Türkiye’dir. O yüzden Mursi hükümetini devirmişlerdir. O yüzden Filistin’le alakalı hiçbir sağlık koşuluna, hiçbir gıda iyileşmesine, hiçbir ticari iyileşmeye izin verilmemektedir. Geçenlerde Gazze Yardım Derneği’nin bir raporu elime geçti. Orada diyor ki; Gazze’de 2 milyon insan yaşıyor. Suların %97’si kirli. Gazzelilere 3 ile 6 mil arasında balık tutma hakkı veriliyor. Ama 3 ile 6 mil arasında Akdeniz suları %95 kirli olduğu için Gazzeliler burada balık tutamıyorlar. Halkın %98’i işsiz. Yılda 10 binlerce çocuk tedavi şartlarının uygun olmamasından dolayı ya ölüyor ya sakat kalıyor ya da hastalıklı bir biçimde hayatına devam ediyor. İnşaat malzemeleri içeri sokulmuyor. Var olan inşaatlar da İsrail tarafından yıkılıyor. Bunların yerine Yahudi yerleşim bölgeleri açılıyor. Gazze’ye nefes aldırılmıyor. Gazze dünyanın en büyük açık hava hapishanesi. 2 milyon kişilik devasa bir hapishane.

Bahtiyar Kara: Çok teşekkür ederim hocam. Şimdi bu sözleşmeye dönecek olursak, işin temelinde kadına yönelik şiddeti azaltmak var. Bu korumacı tavrın altında ben ideolojik bir art niyet görüyorum. Kadını erkeğin üzerine çıkarmak ve erkeği aşağılamak. Sözleşmenin sözde korumacı bir içeriği var. Ancak yaptığım araştırmalar neticesinde; Türkiye bu sözleşmeyi 2011 yılında görüşüyor. 2012 yılında İstanbul’da, Türkiye resmi olarak bu sözleşmeyi imzalıyor. Bu tarihten itibaren kadın cinayetleri %46 artıyor. Buna yorumunuz nedir?

Tarık Sezai Karatepe: Bi kere bizim teşhisi ortaya çıkardıktan sonra tedaviye yönelmemiz lazım. Tedavi nedir? Yüce Allah buyuruyor ki, kadınla erkek arasında boşanmaya varan bir huzursuzluk oluştuğunda erkek tarafından adil bir hakem getirin kadın tarafından da adil bir hakem getirin, uzlaştırsınlar. Peygamber Efendimiz veda hutbesinde de buyuruyor ki, kadının erkek üzerinde hakları olduğu gibi, erkeğinde kadının üzerinde hakları vardır. Kadının erkek üzerindeki hakları giyimini, kuşamını, yemesini, içmesini, sağlığını, günlük iaşesini, ihtiyaçlarını, yani havaic-i asliye dediğimiz ulaşım, giyim, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlarını karşılamasıdır. Erkeğin kadın üzerindeki hakkı ise yatağını bir başka erkeğe çiğnetmemesi. İslam bunu belirtiyor.

Bununla ilgili kesin sınırları getiriyor ama İslam sorunun çözümünü damada ya da geline, damadın ya da gelinin ailesine bırakmıyor. Adil hakemlere bırakıyor. Kuran’ın emridir bu. Türkiye’de ne var; kadın dayak yoluyla ya da sebepsiz bir biçimde veya kendine sebep uydurarak -çünkü kadının beyanı çok önemli- evden uzaklaşıyor, babasına gidiyor, akrabasına gidiyor, arkadaşına gidiyor veya tek başına ev tutuyor. Bunu duyan koca kadına çağrıda bulunuyor. Eğer kadın babasıyla, annesiyle birlikte yaşıyorsa bunu babasından istiyor. Babası damadı tersleyince damat da aile boyu seri cinayet işliyor ve en sonunda da kendini öldürebiliyor. Son kurşunu kendine sıkabiliyor. Kadın eğer babasının evinde değil de bir akrabasının evindeyse, bu sefer akrabasına yönelik enişteye, baldıza, eltiye, yengeye yönelik bir seri cinayet ortaya çıkıyor. Kadın eğer kız arkadaşında veya erkek arkadaşında kalıyorsa koca bu sefer eşini, eşinin kız arkadaşını veya erkek arkadaşını öldürebiliyor. Kadın eğer yalnız yaşıyorsa bu sefer kadın öldürülüyor. Çoğu kez de vicdan azabı çeken erkekler, bu cinayetlerden sonra son kurşunu beynine sıkıyor. Çünkü o cinayetleri işlemeye, kendi hayatına son verme amacıyla gitmiş oluyor.

Bizim toplumumuzda ya benimsin ya toprağın anlayışı bu işte çok etkili oluyor. Bir de mahalle baskısı etkili oluyor. Bir kadına sahip çıkamadın, bir kadını evinde tutamadın, ne biçim erkeksin, sözlerini duyan bir erkeğin yapamayacağı hiçbir kötülük yok. Adaleti kendisi sağlamaya çalışıyor, mahkemeyi kendisi kuruyor, kendisi karar veriyor. Oysa bu İslam’a göre caiz değil. Büyük bir yanlış. İslam’a göre bu işe karar vermede şerri hukuka gitmeden önce de adil aile hakemleri vardır. Mesela yine dolmuştan bir örnek vereceğim.

Bu sabah dolmuşa bindim. Benden sonra bir genç bindi. Arkamdan şoföre dedi ki, ‘’Benim uçağa yetişmem lazım, bir cenaze var.’’

Bunu duyunca ben de dedim ki, ‘’Allah rahmet eylesin, kim öldü?’’

Genç de, ‘’Amcam cinayet işledi’’ dedi.

Dedim ki, ‘’Sen yol boyunca şunu yapacaksın; karşı taraf madem akraban, aynı köylüler, karşı taraftan kendine yakın bulduğun akıllı, uslu insanlarla görüşüp ikinci bir cinayetin işlenmesini engelleyeceksin, önce durumu nötr hale getireceksin, stabilize edeceksin. Sonra da durumu lehine çevireceksin. Karşı tarafla bunu adım adım uygulayacaksın, bunu yapman lazım.’’

diye nasihat ettim oda gitti bakalım ne yaptı.

Bu işler böyle. kadın cinayetlerinin sebebi kadının özgürleştirilmesi adı altında, kadının yalnızlaştırılması projesidir. Kadının affedersiniz vücudunu satarak bununda, bunu da ekmek parası adı altında masumlaştırarak, bu işin haram olmadığına ikna ederek zinayı da bir yandan meşrulaştırıyorlar. Ne yapsın kardeşim, iş veren mi var, kimse kapısını açmıyor, dünya kadar yere başvurmuş, tezgahtar olamamış, temizlikçi olamamış, şunu olamamış, bunu olamamış. Bu kadın ne yiyecek, ağaç kabuğu mu yiyecek? Tabi ki bir bedeni var, onu satacak. Hatta o kadın bedenini satmakla ahlaksız olmaz, ahlaklı olduğunu sanan çoğu kadından daha ahlaklıdır, mantığı televizyon dizilerinde işleniyor.

Mesela bazı filmlerde kadın kötü yola düşüyor, mahallenin yaşlı başlı kadınları diyor ki, ‘’Ne yapacaksın kızım ya, ortada mı kalacaksın, sen öbürlerinden daha ahlaklısın, hiç kederlenme, sıkma canını’’ derken annesinin affedersiniz fahişelik yaptığını Küçük Emrah öğreniyor. ‘’Anne sen gerçekten böyle bir kadın mısın?’’ diyor. Annesi de ‘’Yavrum ne yapmışsam sizin için yaptım’’ diye anlatıyor. Ama daha sonra Emrah annesiyle sevgilisini birarada görünce onları kurşun yağmuruna tutuyor. Genelde bu işlerin sonu böyle oluyor.

Burada bizim temel yaklaşımımız Farabi’nin yaklaşımıdır. Farabi der ki, ‘’Yanlış metotlarla doğruya varılmaz.’’ Yani kötü bir filmi izleterek, işte bakın, bu böyle kötü bir şey, demek olmaz. Kötü film kötülüğe açılan bir penceredir. İnsanlar oradaki kötülükle değil, o işin olabileceğiyle ilgileniyorlar. O iş olabilir diye onunla ilgileniyorlar. Şeytanın avukatlığına soyunuyorlar.

Bahtiyar Kara: Peki süresiz nafakayla bu sözleşmenin doğrudan ilişkisi var mı? Bir de son zamanlarda duymaya başladık. 18 yaşından küçükken evlenen bir hanımefendi tespit ediliyor. Çocukları da var. Kocası da 18 yaşından küçük evlendiği için tecavüzcü muamelesi görüyor. Bu konuyu bu sözleşmeye bağlayabilir miyiz hocam?

Tarık Sezai Karatepe: Geçen sene 4 bin erkek hapisteydi. En son aldığımız bilgilere bakacak olursak 8 bin erkeğin hapiste olduğunu öğrendik. Altındağ’da bir kız vardı Emine adında. Yıllarca kocasının hapiste kalmasını durdurmak için mücadele etti. Kayınbabasının evine sığındı, kayınbabası reddetti. Babasının evine sığındı, babası reddetti. Emine en sonunda intihar etti. Bu erken evliliklerin çok acı bir sonucu ve erken evlilik dediğimiz şey toplumsal bir yara. Neden? Burada en fazla çocuklar mağdur oluyor. Aile parçalanıyor. Kocası hapisteki bir kadın ya uygunsuz işlerde çalışmak zorunda kalıyor ya da sağdan soldan aldığı yardımlarla hayatını sürdürmek zorunda kalıyor. Çünkü o sırada ya bebeği dünyaya gelmiştir ya da gelecektir. Bu öyle dramatik bir şey ki… Evlilikte 15 yaşına kadar anne babanın rızası gözetiliyor ama genelde erkeğin 18 yaşından küçük olması tespit edildiğinde kamu davası açılıyor. Şimdi kız tarafı razı, erkek tarafı razı, düğün yapılmış, ev tutulmuş, koca çalışıyor. Bir taraftan da kamu davası açılmış. Kamu davası 5-6 yıl sürüyor. Bir sabah 2 polis kapıya dayanıyor, beyefendi sizi karakoldan istiyorlar diyorlar, karakola gidiyor, savcılığa çıkarılıyor, savcıyla görüştükten sonra koluna kelepçe takılıyor, önce kapalı cezaevine, daha sonra açık cezaevine sokuluyor ve geride kalanlar artık ömür boyu vicdan azabı, manevi işkence, yoksulluk içinde boğuşuyor. Adam bir işte çalışıyorsa çalıştığı işten ister istemez çıkıyor. Çünkü devam edemiyor. Hapisten çıktıktan sonra bir işe başvurduğunda da sabıkalısın deniyor, iş verilmiyor.

Devletin bu sabıkalılık anlayışını çözmesi lazım. Adamın mahkumiyeti biter bitmez sabıkalılığının da bitmesi gerekiyor ama çok zalimce bir sistemle ömür boyu sabıkalılık diye bir şey geliştirdiler. İnsanlar bir suç işleyince artık ömür boyu insani, medeni bir işte çalışmaktan mahrum oluyorlar. Kamu görevlerinden men ediliyorlar. Bu çok zalimce, ahlaki olmayan, eşitliğe aykırı, vatandaşlığa aykırı bir tutum.

Bahtiyar Kara: Peki süresiz nafakayla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Tarık Sezai Karatepe: Süresiz nafakada kadın 1 gün bile evli kalsa, ömür boyu süresiz nafaka almaya hak kazanıyor. Hatta binlerce kadın sevgili bularak veya imam nikahıyla evlenerek resmiyete geçilmeden ömür boyu süresiz nafaka almanın yoluna gidiyor. Bu durum kadının işine geliyor. Sevgilisinin ya da imam nikahlı eşinin işine geliyor. Ama kadın en sonunda tabi ki mağdur oluyor. Çünkü imam nikahlı eşi öldüğünde onun mirasını alamıyor. Resmi nikahın böyle bir özelliği ve güzelliği vardır, mal paylaşımı söz konusudur, en son çıkan kanunlarla da bir araba aldığınız zaman ister istemez eşinizle de ortak oluyorsunuz. Bir ev, bir fabrika aldığınız zaman ister istemez eşinizle ortak oluyorsunuz. Hatta o fabrikayı, o evi, o arabayı eşinizin izni olmadan satamıyorsunuz. Bu da güzel bir gelişme, suiistimalleri önlemek için iyi bir şey oldu ama süresiz nafaka şöyle gelişmeli: Bir kere adamın maaş durumunu hesap etmeli, adamın yeniden birisiyle evlenebileceği hesap etmeli.

Adam yeniden birisiyle evlendiğinde, eski eşine ödediği nafakanın ya sonlanması ya da asgariye indirilmesi gerekir. Kadının da yeni bir iş bulması veya resmi bir biçimde evlenmesine teşvik edilmeli ve bu süreç takip edilmeli. Hatta buna bir kota bile konmalı. 3 yıl içerisinde evlenmen gerekiyor, 5 yıl içerisinde evlenmen gerekiyor diye bir şart getirilirse o zaman kadın bunu suiistimal edemez. Dolayısıyla nafaka mağduru 10 binlerce erkeğin dramı da sonranmış olur.

Gerçekten öyle şeyler yaşıyoruz ki kadın sevgilisiyle veya imam nikahlı eşiyle mahkemeye gidiyor, hakime diyor ki, ‘’Hakim bey kocam bana nafakamı vermiyor, azalttı. Çocuklarımı benden gizli görmeye çalışıyor’’ falan filan… Hakim de diyor ki, ‘’Öyle mi kızım, vah canım, vah vah vah… Yaz kızım’’ diyor mübaşire: ‘’Türk milleti adına nafakanın yükseltilmesi, filanca şahsın polis zoruyla mahkememize getirilmesi’’ diye de kayıt düşüyor ve bu sefer nafaka vermek zorunda kalan adam kendisini hakimin karşısında buluyor. Böylede kadından yana yapılan pozitif ayrımcılıktan erkek etkileniyor. Bu cinsiyetçi bir tutum. Bu da İstanbul Sözleşmesi’nin aileyi parçalamak, dağıtmak için yaptığı bir şey.

Cumhurbaşkanı Erdoğan bir konuşmanda, ‘’İstanbul sözleşmesi nas değildir’’ demişti. Milletimizin yüreğine su serpmişti ama daha sonra ki süreçte aradan aylar yıllar geçmesine rağmen Cumhurbaşkanı İstanbul Sözleşmesi’nden imzasını çekmedi. Bu durum mağduriyetlerin artmasına neden oluyor. Şu anda Türkiye’de bu işin istismarcıları dışında %99.9 halkımız İstanbul Sözleşmesi’ne karşıdır. Çünkü bu işten sağcısı, solcusu, türkü, kürdü, toplumun bütün kesimleri etkilenmekte, mağdur olmaktadır.

Bahtiyar Kara: Hocam mesela birçok arkadaşım da bu durumdan şikayet edip duruyor. Diyorlar ki, yolda, sokakta hatta kendi evimize bile yabancı bir kadın geldiği zaman endişeleniyoruz. Yolda bir kadının arkasında yürüdüğümüz zaman endişeleniyoruz artık diyorlar. Acaba kadın yanlış bir şey anlar mı ya da birisine yanlışlıkla baktık, yanlış anlar mı? Dolmuşta mesela, İstanbul’da dolmuşlar çok sıkışık oluyor. Yan yana gidiyor kadın erkek. Acaba yanlış anlaşılır mı endişesi oluyor erkeklerde. Yani erkek hem toplumsal bir linçten korkuyor hem de biliyorsunuz İstanbul Sözleşmesi’ne göre kadının beyanı erkeğin beyanından çok daha öncelikli sayılıyor.

Tarık Sezai Karatepe: Yine dolmuş anılarından örnek vereceğim. Geçenlerde dolmuştayken, koltukta oturan kadının biri ayaktaki adama;

‘’Niye bana boş boş bakıyorsun’’ dedi.

Adam da ‘’Ben ayaktayım ve başımı çevirirken size baktım, bir sebebi yok’’ dedi.

Kadın, ‘’Hayır efendim, sen bana bakıyorsun’’ diye söylemeye devam etti.

Allah’tan adam uzatmadı da linç edilmekten veya karakolluk veya mahkemelik olmaktan kurtuldu. Anlık bir şey. Adam bir cevap verecek, kadın cevap verecek. Kadın burada mağdur olduğu için yani boş boş bakılan taraf olduğu için, bir adamın gözleri üzerinde olduğu için, mahkemede haklı olacak. Hani şöyle olsa; kadın WhatsApp veya Instagram’da mesajlaşıyor olsa da adam ayaktayken dikizlemiş olsa kişisel alana tecavüzden belki suçlu sayılabilir. Ama sonuçta başımız çevrilen bir şeydir ve gözler de ara sıra birine bakabilir. Yolda yürürken birine çarpmamak için veya kadın mı, erkek mi, akraba mı, değil mi, dost mu, düşman mı, ayırt etmek için gözlerimizi sağa sola çeviririz. Allah gözlerimizi sağa sola bakar biçimde, boynumuzu da sağa sola döner biçimde yaratmıştır.

Bahtiyar Kara: Bir de mesela bir haber çıkıyor, manşet erkek terörü. Bu manşetler, başlıklar bu işi hem normalleştiriyor hem teşvik ediyor kanaatimce.

Tarık Sezai Karatepe: Şöyle oluyor; bizim haber bültenleri bir toplum mühendisliği oluşturmak için yapılıyor. Genellikle suçu abartarak veya olduğu gibi vererek anlatıyorlar. Bu haberleri izleyen insanlarda şu düşünce oluşuyor: Gerçekten memleketimiz çok bozulmuş, birinin cebinden bir cüzdan düştü, diğeri kapıp götürdü. Sahipsiz bir kız evinden çıktı, tecavüze uğradı. Sahipsiz bir genç evinden çıktı, organ mafyasının eline geçti. Sahipsiz bir esnaf hemen çek senet mağduru oluyor. Sahipsiz bir memur hemen mobbinge, Fetöcülüğe, ona buna maruz kalıyor. Sahipsiz bir insan mahkemede kendini yapayalnız hissediyor. Evet, bu doğru olabilir ama haberlerde bu şekilde verilmesi çok yanlış. Çünkü bu sefer insanların yardım duyguları, iyilik duyguları zedeleniyor. Gördün mü bak, kimseye güvenmeyeceksin mantığı hakim oluyor insanlarda.

Bunun yerine yolda bir cüzdan bulan gencin karakola teslim etme sahnesinin verilmesi çok daha önemli. İnsanların dilencilik görüntülerinin verilmesi yerine askıda ekmek, askıda elbise, askıda limon, askıda et gibi örneklerin arttırılmasın bizim vakıf kültürümüz açısından çok çok çok önemli.

Kamu spotlarının biraz daha yaygınlaştırılması önemli. Mesela geçenlerde bir kamu spotu izledim. Güya nargilenin ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatacak. Fakat nargilenin öyle bir ağzı var ki, Erzurum işlemeli, kilim işlemeli bir nargile ağzı ve o ağzından da Hint filozoflarının ağzından çıkan dumanlar gibi herezonlar şeklinde yayılan bir duman var. Hayatında hiç nargile içmeyen insanın ‘ah ulan ah, şu nargileden bir içebilsem’ diyesi geliyor. O kadar teşvik ediyor ki insanın içi gidiyor. Ben bu güne kadar niye nargile içmemişim diyesi geliyor insanın. O bakımdan kamu spotlarını yaparken bu nasıl algılanır diye detaylı bir şekilde düşünmek gerekiyor.

Hani meşhur bir söz var ya, söyledikleriniz karşı tarafın anladığı kadardır diye. Ağzınızdan çıkan sözler sizin için heyecan verici olabilir ama karşı taraf nasıl algılıyor bunu, duyunca nasıl hissediyor, sizin anladığınız gibi mi anlıyor yoksa onu kendi dünya görüşüne göre formatlayıp yanlışa mı sevkediyoruz?

Kaldı ki bu ülkede günde 334 kişi sigaradan ölmektedir. Hatta geçen bir tanesi yazmıştı, şu anda 10 kişi sigaradan ölüyor, diye. İnsanın içini acıtan bir şey bu. Bu tip görüntülerin daha dikkatli bir şekilde yayınlanması lazım. Bir de bazı banka reklamlarında ‘siz paranızı ne yapıyorsunuz, paranızın olduğu yerde değerlenmesini ister misiniz, evet o zaman faize yatıralım’’ gibi paradan para kazanmak, kağıttan para kazanmak, havadan para kazanmak şeklinde emekten, alın terinden para kazanmak yerine karşılıksız para kazanmanın övüldüğünü görüyoruz. Bu banka reklamlarının psikologlar tarafından incelenmesi gerekiyor. Banka reklamlarının adil kişiler tarafından, bilirkişi tarafından gözlemlenmesi gerekiyor.

Bahtiyar Kara: Yani ülkemizde medya maalesef ahlak sınırlarını aşıyor.

Tarık Sezai Karatepe: Tabi, mesela bazı filmlerde +13, +18 diye yazıyor. Yani cinsel obje içerir ama şu anda Türk kanallarında açıkça yatak sahneleri, açıkça öpüşme sahneleri var ve +13, +18 diye de yazmıyor. Ailece bir güneydoğu filmi, mafya filmi izliyorsun. Birden 2 genç insan dakikalarca öpüşüyor. Sen kumandayı bulana kadar evdeki insanlar ve çocuklar da dahil olmak üzere o görüntüyü izliyorlar.

Bahtiyar Kara: Mesela TRT’nin meşhur Diriliş dizisinden bir örnek verecek olursak hocam; 5-6 yaşındaki çocuklar bile ‘bıçak alırım, seni keserim, boğazını keserim’ gibi cümleler kuruyor. Bu çocuklar İslami hassasiyetle büyüseler bile şu içselleşebiliyor: Demek ki İslam, sadece kesme, biçme, toprak kazanma dini. Osmanlı’nın da hep savaş ve harem yönü gösteriliyor. Adalet ve maarif yönü göz ardı ediliyor.

Tarık Sezai Karatepe: Mesela geçenlerde belirttiğiniz dizide şu sahneyi izledim: Biri pazar yerinde hırsızlık yapar. Görevliler yakalar ve milletin gözünün önünde eli kesilir. Bu koskoca Osmanlı’da hiç mi mahkeme yok kardeşim? Osmanlı’da idareci kadı mıdır, idareci aynı zamanda şeyhülislam mıdır, bu nasıl bir devlet düzeni? gibi bir mantık ortaya çıkıyor. Kaldı ki Peygamber Efendimiz Hendek Savaşı’nda kendisine ihanet eden Kureyza Yahudilerinin cezasını kendisini vermiyor. Yahudi şeriatına ya da o anda ellerinde bulunan Tevrat’a göre karar veriyorlar.

Yahudilere Sa’d bin Muaz soruyor, ‘’Bu yaptığınız ihanetin karşılığı nedir?

Onlar da diyor ki, ‘’Bizim inancımıza göre ihanetimizin karşılığı boynumuzun kesilmesidir.’’

O zaman Sad’ bin Muaz diyor ki, ‘’Sizin cezanız verilecektir.’’

Yani Yahudilerin kendileri de kabulleniyor cezalarını. Bir mahkeme oluşuyor ama bu dizilerde mesela birisi Polat’a ‘lan’ diyor. Polat cebinden usturayı çıkarıyor, masanın etrafında dolaşıyor, adamın arkasına geçiyor, başını kesiyor ve öldürdüğü adamın kardeşine de elini öptürüyor. Bu tür sahneler de izleyiciler ve özellikle gençler üzerinde şu düşünceyi uyandırıyor: ‘’Demek ki bu ülkede hakkını arayacaksan bu şekilde arayacaksın kardeşim. Ne mahkemeymiş, ne şuymuş, ne buymuş… Kendi hukukunu kendin uygulayacaksın. Baksana Polat abimize, adamın hası.’’ gibi bir mantık oluşuyor. Aynı Polat Irak’ta, Filistin’de bulunuyor. Toplumda da eğer buralarda bulunuyorsa kötü biri değildir algısı oluşuyor.

Kısaca bir an önce İstanbul Sözleşmesi iptal edilmeli, toplumun dinamikleri göz önünde bulundurularak adil bir adalet ve yargılama sistemi oluşturulmalıdır. Bu sözleşme hatadır. Çok vahim tablolar ortaya çıkarmaktadır. Eğer önüne geçilmezse de daha vahim durumlar ortaya çıkacaktır. Aile bizim toplumumuz için en kıymetli değerdir.

Yorumlar (1)
Yorum yapabilmek için lütfen üye girişi yapınız!
Şerif’e Turhal 4 yıl önce
Selamunaleykum
Tarık kardeşin yazdıklarının hepisinin altına imzamı atarım
Haçlı seferlerinin son saçısıdır bu İstanbul sözleşmesi bu Necip milletin sonunu böyle bitirecekler ve bunu yine bizim içimizdeki ya saf yada gafil yöneticilerimiz eliyle yapacaklar !
Allahım aramızdaki beyinsizler yüzünden bizi helak etme ! Yaptıkları bu melun sözleşmeden bir an önce dönme feraseti ver idarecilerimiz yoksa hem kendi siyasi hayatlarını hemde bu milletin ahiretlerini bitirecekler
Günün Karikatürü Tümü

Günün önemli haber ve videoları WhatsApp kutunuzda! Telefon numaranızı yazın, hemen abone olun...

12
az bulutlu
Puan Durumu
Takımlar O P
Takımlar O P
Takımlar O P
Takımlar O P
Namaz Vakti 09 Kasım 2024
İmsak 05:54
Güneş 07:20
Öğle 12:37
İkindi 15:20
Akşam 17:45
Yatsı 19:05

Gelişmelerden Haberdar Olun

@