-->
Mevzu TV | Mevzu sadece haber değildir.

İsmet Özel: ''İsrail'in güvenliği pekişiyor''

GÜNLÜK MEVZULAR

Şair İsmet Özel, 2015 yılında düzenlenen ''Yeni Kana Yasa/Yenik Anayasa'' adlı panelde Suriye'deki durumu yorumlamıştı. Hatırlayalım.

İsmet Özel: Selâmünaleyküm, merhaba.

Elimde Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi var. Onu size baştan sona okumayacağım. Fakat size, panelimizin adını nereden aldığına dair bir muayyeniyet takdim etmek için Hürriyet Kasidesi’nin birkaç beytini okuyacağım:

Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim

Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-ı hamiyetten

Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim

Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten

“Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten.” Lider olarak bize birilerinin oynadığı oyun, birilerinin bizi mahkûm ettiği anlayış tarzı... Bir aşiretten, cihangirane bir devlet çıkaran bir kandan bahsediyor Namık Kemal. Böyle bir kan olup olmadığını hesaba katmamız lazım. Yeni kan var mı? Yani bu millet kanla mı yürüyor? Bu özelliği düşünmemiz gerekiyor mu? Düşünmemizi kulvarlaştırmak için bugün Ankara’da, büyük can kaybı olan, iki patlama oldu... Bizim maruz kaldığımız anlayış biçimi konusunda aklımızı başımıza toplamamız gerekiyor. Müslüman olarak bize emredilmiş bir şey var: “Agâh olunuz!” Yani bizim dinimize bağlı kaldığımız kadar ve müddetçe ahmaklıktan uzak durmamız gerekiyor. Bugün olmakta olan şeyler konusunda da… Aklımızı başımızdan almamamız, birilerinin aklımızı başımızdan almasına fırsat vermememiz gerekiyor. Onun için çok sakin kafayla bir şeyleri düşünmeliyiz. Bugün saat 10.04’te Ankara’da, gar civarında bir patlama oldu. Çok sayıda can kaybı ve yaralı... Şimdi böyle bir şeyin yapılabilmesi için bir teşkilat lazımdır değil mi? Bu işi çok yüksek gelir sahibi insanların planladığını buradan anlayabilirsiniz. Yani, birincisi bunun parasını kim temin etti? İkincisi böyle bir katliama sebep olacak hazırlıktan, Türkiye’de işbaşında olan insanlar haberdar olmadıysa, bu insanlar Türkiye’de işbaşında olmaya layık olmayan insanlardır. Haberdar idiyseler, o zaman çok korkunç bir şeyle yüz yüzeyiz demektir. Agâh olmamız gerekiyor. Birileri bizi bir şekilde düşünmeye sürüklüyor. Biz buna boyun eğersek hata üzerine hata işleyeceğiz demektir. Birtakım işler başımıza geliyor. Bunlardan bir tanesi de Suriye’de olan biten hâdiseler. Agâh olmamız gerektiğinden bu hâdiseleri yerli yerinde düşünmemiz gerekiyor. Yıllardan beri söylüyorum: Suriye diye bir devlet yoktur! 1921 yılına kadar oralar Türk topraklarıydı ve biz Türkler olarak Suriye’de bir devletle aramızda sınır anlaşması yapmadık. 1921 yılında biz, Fransız işgalcileri ile bir sınır anlaşması yaptık. Suriye, 1936’da Fransızların kendi adamlarına iktidarı bırakmaları sonucunda doğmuş bir ülkedir. Suriye ve Lübnan toprakları İngilizlerin Fransızlara lütfettikleri topraklardır. Yani kendi aralarında Türklerin Asya topraklarını paylaştılar vesaire... Suriye’de ne oluyor ne bitiyor? Bir şey anlamak için önce aklınıza neden 1921’de çizilmiş olan sınır boyunca yerleştirilmiş mayınların kaldırıldığı gelmiyorsa; yani bunun daha çok önceden planlanmış bir şey olduğunu anlamıyorsanız ahmaksınız demektir veyahut ahmaklığınız derecesinde ahlâksızsınız demektir. Yine Suriye ile ilgili, bizim başımıza gelen şeylerle alâkalı olarak, Süleyman Şah Türbesi’nin nakli meselesi var. Şimdi en son nakil dolayısıyla tepki gösteren insanlar bir şeyler biliyorlardı tabii ki. Üstelik bu, tek nakil de değil! Süleyman Şah Türbesi’nde Türk bayrağının dalgalanmasının sebebi Misak-ı Milli’nin oradan geçiyor olmasıdır. Biz Misak-ı Milli’den vazgeçmediğimizi işaret etmek üzere oraya Türk bayrağı diktik. Ama önce, Türkiye’de iktidara getirilmiş birtakım insanlar biraz daha kuzeye naklettiler türbeyi. En sonuncu ile -üçüncü galiba- bu nakiller Misak-ı Milli’den vazgeçme hareketleridir. Suriye meselesini anlamak için Türkiye’nin hâkimiyet şartlarını bilmemiz lazım. Bu aynı zamanda dünya şartlarını bilmemizi de zaruri kılan bir şeydir. Şimdi Türkiye’de Hafız Esad’ın oğlu Beşar Esad aleyhine durmadan laflar üretiliyor. Hafız Esad’ın en büyük oğlu değil Beşar Esad; aklı bu işlere en çok eren oğlu. Onun için iktidara gelmiş birisi. Esad, şimdi Türkiye’de kanlı zalim falan filan diye anılıyor… Adam dünya kadar katliam yaptı. Acaba şu anda Türkiye’de hükümet edenler ne katliamlar yaptılar, hiç hesaba katmıyoruz. Yani nelerden sorumludurlar? Benim hâlâ içimde yara olan iki husus var. Birisi uçak kazası süsü verilerek altı fizikçimizin öldürülmesi, diğeri de Aselsan’daki intihar süsü verilerek öldürülen mühendislerimiz. Aselsan’daki mühendislerimiz neden öldürüldü? Türk uçaklarının Amerikan ve İsrail uçaklarını düşman uçakları olarak algılanmasına müsait programlamayı yaptıkları için... Yani Türkiye’ye sattıkları uçaklarda Amerikan ve İsrail uçakları düşman uçakları olarak algılanmıyor. Bu mühendisler, “hayır, bunlar da düşman uçakları olarak algılansın” diye bir planlama yapıyorlar, software dediğimiz şey. Bu insanlar o yüzden temizlendiler ve temizlendikleri Washington’a rapor edildi: “İçiniz rahat olsun, biz onları hallettik!” diye. Her neyse... Bu Beşar Esad’ın babası bir dâhiydi, bir siyaset dehasıydı. 1974 yılında Leonid Brezhnev ve Richard Nixon Vladivostok’ta bir zirve gerçekleştirdikleri zaman dünya Sovyet ve Amerikan nüfuz bölgeleri olarak bir kez daha, yani 1945’te olduğundan farklı bir şekilde bir kez daha paylaşıldı. Bu paylaşmada Amerika’nın payına Suriye düştü. 1974’teki bu zirvede, Suriye Amerikan toprağı olarak kabul edildi, tescil edildi. Fakat Hafız Esad bindi uçağa, Moskova’ya gitti ve Sovyetlere Suriye’yi bıraktırmayacak bir ikna söylevi sundu. Ondan sonra o anlaşma revize edildi ve Sovyetler Suriye’yi bırakmadı. Sonra, Sovyetler Birliği ortadan kalktıktan sonra, bu Beşar Esad meselesi ortaya çıktığında Putin dedi ki: “Biz Beşar Esad’ı değil, Suriye’de kendimizi savunuyoruz!” Bugün yapılan müdahale de Beşar Esad’ı kurtarma müdahalesi değildir, doğrudan doğruya Rus Federasyonu’nun hayatiyetiyle alâkalı bir şeydir. Bizi Türkiye olarak en az ilgilendiren bir meseledir; yani bu doğrudan doğruya İsrail ile, Amerika Birleşik Devletleri ile, Rusya ile alâkalı bir meseledir. Bu Suriye meselesi, 1967 Altı Gün Savaşları’nda İsrail’in işgal ettiği Golan tepelerini geri alabilecek yegâne Arap devletinin ortadan kaldırılması meselesidir. Golan tepelerini şu anda İsrail terk edecek olsa, kime terk edeceğim diyecek, terk edeceği bir güç yok. Ama Suriye Arap milliyetçiliği adına Golan tepelerini geri almak üzere bir politika takip ediyordu. Bizi ilgilendiren bir mesele değil. Bu doğrudan doğruya İsrail’in güvenliği meselesiydi, hâlâ öyledir. Hepiniz haberlerde dinliyorsunuz, sadece Müslümanlar ve Müslümana benzer insanlar öldürülüyor; bütün bu hâdiselerle dikkat ederseniz İsrail’in güvenliği günden güne pekişiyor. Rusya’nın Türk uçaklarını taciz etmesi meselesinde de İsrail kazançlı çıkıyor. Ben bunları sadece bazı şeyleri akıldan çıkarmamak adına söylüyorum. Bir Müslüman olarak Rasûlullah’ın bana verdiği emri yerine getirmek için agâh olmak mecburiyetindeyim, dolma yutmamak mecburiyetindeyim. Birileri yuttukları dolmadan dolayı mükâfatlandırılıyorsa o duruma benim cephe almam lazım.

Panelimizde bir “Yeni Kana Yasa” başlığı var, bir de “Yenik Anayasa” başlığı var. Yeni Kana Yasa... Yani yeni bir kan var, bu kana uygun bir yasa isteniyor Türkiye’de. Bu yine Suriye meselesi ile alâkalı bir şey. Çünkü Beşar Esad kendisine yönelik Türkiye’deki muhalefet sebebiyle üç yıl önce şöyle demişti: “Ben Amerika’nın bana verdiği görevlerin hepsini yerine getirdim.” Beşar Esad söylüyor bunu. “Ben Amerika’nın bana verdiği görevlerin hepsini yerine getirdim. Ama siz Amerika’nın anayasa görevini hâlâ yerine getirmediniz.” Arşiv merakı olanlar bu sözleri bulabilir. Türkiye’yi yönetenlere bu tarizi Beşar Esad yapmıştı üç sene önce. Yeni Kana Yasa budur. Amerika’nın verdiği bir vazifedir: “Türkiye’de yeni bir anayasa yapacaksınız!” Bu anayasa meselesi bizi neden ilgilendiriyor? Neden bize yeni bir anayasa lazım? Amerikalılar neden yeni bir anayasa dayatıyorlar? Çünkü Amerikalılar hükümet ettikleri yerlerde kendi toplumlarını zapt u rapt altına almak için kullandıkları metotları dayatırlar. Bugüne kadar hep yaptılar bunu. İşgal altındaki Almanya, Federal Almanya oldu. Yani federallik yönetimi Amerikan hâkimiyetinin işaretidir. Bir yerde federal bir yönetim varsa anlayın ki orayı Amerika yönetiyordur. Aynı şekilde bugün İspanya 1980 yılından itibaren sekiz federal devletle yürütülen bir ülkedir. İspanya’da ayrıca sekiz kültür de kabul edilmiştir. Katalanların bu bağımsızlık oylaması falan filan yapmaktan cesaret alışları doğrudan doğruya bu federatif yönetimle alâkalı bir şeydir. Kral İspanya’ya geri dönmek için Beyaz Saray ile bu federal yönetim konusunda anlaştı. Böyle bir düzen kuruldu. Türkiye’de yeni kana yasa lazım; bu kan ne kanıdır, onu anlamamız lazım. Bunu anlamak Türkiye’de yaşayanlar için oldukça zor. Çünkü “Türkiye’de yaşayan kimlerdir?” diye sorduğumuz zaman; bunlar, vatan hainlerinin, asker kaçaklarının çocuklarıdır. Biz İstiklâl Harbi’ni bir avuç Müslüman eliyle yürüttük. İstiklâl Harbi’ni zafere götüren insanlar çok az sayıda Müslümandan ibaretti. Diğerleri, en büyük çoğunluk, ne olacak diye bekleyenlerdi ve onu takip eden kalabalık da İstiklâl Harbi’nin Türkler aleyhine sonuçlanmasını bekleyen insanlardı. Bu insanlar bildiğimiz insanlardı. Biz onların çocuklarıyız. Bu hususu size netleştirmek için, İstiklâl Marşı Derneği kurulduğu zamandan beri tekrar ettiğim bir şey var; o da şu: İstiklâl Harbi sona erdiği zaman, ki bu 1922 yılıdır, savaşta yararlılık göstermiş insanlara İstiklâl Madalyaları verildi. Bu anlaşılacak bir şey; kimler olduğu belliydi, onlara İstiklâl Madalyası verildi. Fakat 1950 yılında Demokrat Parti hükümet kurduktan sonra -52 mi 53 mü, tam olarak yılını bilmiyorum- bir kanun çıkardı: “İstiklâl Harbi yürütüldüğü sırada üniforma taşıyan herkes İstiklâl Madalyası hak etmiştir.” Böylece benim rahmetli pederim de bir İstiklâl Madalyası aldı. Çünkü benim babam 1315 doğumlu, “hey onbeşli” türküsündeki onbeşlilerden biri; hem seferberliğe katıldılar, Birinci Cihan Harbi’nde savaştılar, hem de İstiklâl Harbi’nde savaştılar. Dolayısıyla Demokrat Parti’nin çıkardığı kanun sebebiyle benim babam da bir İstiklâl Madalyası aldı. Ama daha önce sadece İstiklâl Harbi’nde yaptığı göze görünmüş olanlar İstiklâl Madalyasının sahibiydi. Doğrudan doğruya gerçek gaziler. Demokrat Parti bu kanunu çıkardığı zaman birtakım alçaklar askerlik şubelerine gidip “firar etmiştir” notundaki “f” harfi üzerine bir nokta koydurdular, onu “karar etmiştir” okuttular. Firar, karar okundu ve asker kaçakları İstiklâl Madalyası aldı Türkiye’de. Adam firar etmiş fakat gidiyor askerlik şubesine, “karar etmiştir” okutuyor onu... Yazımızı kaybetmenin bize nelere mal olduğunu görüyorsunuz. Eğer biz 1950 yılında hâlâ yazımızı elimizde tutuyor olsaydık onu nah öyle okutabilirlerdi. Ama kimse bilmiyordu. Onlar “karar aslında, noktası unutulmuş” deyip aldılar madalyalarını. Yani yeni kana yasa... Bizim nüfusumuzun çoğunluğu vatan haini, asker kaçağı insanların çocuklarıdır. Dolayısıyla bunların inkılaplar denilen değişikliklerden istifade etmeleri, ondan sonra memleket aleyhine alınan kararlara her zaman hevesle katılmaları şaşılacak bir şey değildir. Türkiye’de tabii ki bugün parlamentoda olan partilere oy veren insanlar vatanperverliği göz ardı etmiş insanlardır. Türkiye’de eğer vatanperverler ağır basmış olsaydı, bugün parlamentoda bir tek mebus olmazdı. İnsanlar kimi seçiyorum diye soracaklardı. Bunu sormuyorlar, çünkü kendilerine benzeyen insanları seçiyorlar. Onlar hep beraber, al gülüm ver gülüm yürüyor Türkiye. Türkiye bu halde. Ama mesela, Suriye bizim kadar sefil değil. Onun için Suriye’de rejim bir türlü değişmiyor. Suriye’de “bu memleket benim memleketim” diyen insanların sayısı “bu memleket kimin olursa olsun” diyen insanların sayısından daha fazla. O yüzden de Suriye, Amerika Birleşik Devletleri’nin ikinci Vietnam’ı oldu.

Amerika Birleşik Devletleri Vietnam’da savaşı neden kaybetti? Çünkü tek tek bütün Vietnamlıları öldürmediği takdirde savaşı kazanamayacağını anlamıştı. Aynı şey Suriye için de geçerli oldu. Suriye’de bu memleket benim memleketim diyen insanlar hâlâ direniyorlar; bu Türkiye’ye gelenler Suriye’nin vatan hainleri. Yahut işte o Avrupa’yı zorlayanlar falan filan…

Bu göçmen hâdisesi uyuşturucu kaçakçılığı gibi bir şey. Dünyada uyuşturucu kaçakçılığından para kazanan büyük bir sermaye var. Yani bunlar Nepal’de, Hindistan’da, Afganistan’da, Türkiye’de üretilen uyuşturucu hammaddesinin işlenmiş veya işlenmemiş bir şekilde Avrupa’ya, Amerika’ya nakliyle görevlendiriliyor. Türkiye’de yıllarca birtakım insanlar ne dediler? “Bir hapaz toz bir otoboz” demediler mi? Türkiye’de eroin kaçakçısı bir avuç eroin kaçırmakla bir otobüs satın alabildiğine göre burada ne kadar büyük bir sermaye döndüğünü düşünün. Bu aynı şekilde, tabii ki siyasî sonuçları ekstradan gelmek üzere, insan kaçakçılığı için de söz konusu. İşte denizde boğulan, işte gözyaşı döküyorlar çocuk öldü falan filan diye, bunlar aslında eroin. Anlatabiliyor muyum? Bunlar o büyük sermayenin kaçak malzeme olarak kullandıkları insanlar; insan kılığındaki malzeme bunlar. Dolayısıyla biz Müslüman olmayı mutlaka kâfirlerin bize yutturdukları şeyleri kusmak şeklinde anlamamız lazım. Bu Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasının doğurduğu bir sonuçtur. Kur’an-ı Kerim nazil olduğu zaman bütün cahiliye kültürü o güne kadar kendisine zerk edilmiş veyahut yutturulmuş her şeyi geri çevirmek mecburiyetinde kaldı ve böylece ortaya Müslümanlar çıktı. Yani eğer cahiliye kültürü, bir şekilde hoş görülen ya da burada da bir numara var diye algılanan bir şey olsaydı ne Müslümanlık sirayet edebilirdi ne de hicret vuku bulurdu. Yani biz Müslümanlar olarak bariz bir çizgi çektik Kur’an-ı Kerim’in nazil olması dolayısıyla doğan kavrayışla, ki bu, Kur’an-ı Kerim’in 23 senede tamamlandığı düşünülecek olursa, bu kavrayış tarzının daha başında doğduğunu da bize işaret eder. Yani ortada tamamlanmamış bir Kur’an-ı Kerim varken Müslümanlar vardı.

Agâh olmak bizim kendi varlığımızın sebebi ve temeli hakkında bir fikir sahibi olmak manasına gelir. Kendi varlığımız, İstiklâl Marşı’ndan bunu öğreniyoruz, vatanımızdır. İstiklâl Marşı diyor ki, “Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda / Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.” Buna defalarca dikkat çektim, yani öleceksin, sevgilin de ölecek, bütün varlığın da elinden gidecek… Demek ki, insanın bir vatanı olması insanın bir manası olması demektir. Vatanı olmayan insanın canı da yoktur, cananı da yoktur, hiçbir varlığı da yoktur. Bizim vatanımız şudur: Hakk’ın huzurunda divana durmak için ayaklarımızı bastığımız yer. Ve bu sadece bize ait bir şeydir, başkasıyla paylaşamayacağımız bir şeydir. Onun için biz bir namaz içinde kıblemizi Kudüs’ten Kâbe’ye çevirdik. Aynı namaz içinde oldu bu. Yani Kudüs’e dönmüş olarak tekbir aldık ve namaz bittiğinde, selâm verildiğinde artık kıblemiz Kâbe idi. Bu demektir ki vatanımız yoksa dinimiz de yoktur. Anlatabiliyor muyum? Biz Yahudiler ve Hıristiyanlarla yaklaşım farkımızı kıblemizi Kâbe’ye çevirerek netleştirdik. Nasıl cahiliyeyle İslâm arasında bir çizgi çektiysek kıblemizi de sarahate kavuşturarak bu işi tamamlamış olduk.

Şimdi, vatan dediğimiz şey bizim Türkler olarak ikinci hicretimizin cereyan ettiği, ikinci hicretimizin mekân tuttuğu yerdir. Bunu da tekraren söylüyorum; birinci hicretimizde biz Mekke’den Medine’ye gittik, ikinci hicretimizde elimizden Medine de alındı. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcudiyeti Mekke’nin ve Medine’nin yeniden Müslüman hükümranlığına kavuşması hedefine matuftur. Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı buna ithaf edilmiştir. Ama “yeni kan” bundan habersiz. Şimdi “yeni kana yasa” çıkarmaya çalışıyorlar. Şimdi bazı dangalaklar diyorlar ki “AKP’nin yaptığı bazı iyi işler de var. Mesela, işte üçüncü köprü, uluslararası havaalanı…” falan filan, işte birçok yollardan falan filan bahsediyorlar. Gene olmak agâh zarureti bakımından anlamamız lazım: Bu toprakları elimizde tutabilmemiz için bu topraklar üzerinde Türk olmayanların kontrolünü reddetmemiz lazım. Bu şart. Biz neden NATO’nun kollarına attık kendimizi? Önce kendimizi Amerika’nın kollarına attık. Çünkü biz Stalin’in ya da Sovyetler’in 1946’da verdiği notadan sonra hemen Amerika’yla gizli anlaşmalar yapmaya başladık; çünkü daha henüz NATO yoktu; nota vardı ama NATO yoktu. Bu nota ne diyordu? Kars ve Ardahan’ın Sovyetler’e bırakılması ve İstanbul ve Çanakkale boğazı üzerinde Sovyet kontrolünün tanınması. 1946’da Türkiye’ye Stalin’in verdiği nota buydu. Ve biz bu notaya karşı millî bir direniş gösteremediğimiz için, bu yeni kan ortalıkta olduğu için mecburen kendimizi Amerika’nın kollarına atmak ihtiyacını hissettik. Bu yapılabilir miydi, yapılamaz mıydı? Yapılmayabilinirdi; Türkiye’de eğer idare tarzı hayat tarzıyla kenetlenmiş olsaydı bizim kendimizi Amerika’nın kollarına atmamıza gerek olmazdı. Bugün de aynı şey söz konusudur. Biz bir yekpare güç olduğumuzu dünyaya gösterdiğimiz takdirde bizimle baş edebilecek hiçbir dünya gücü yoktur. Ama biz bunu reddetmiş yeni kan sahipleri olarak bu sefaleti normal karşılıyoruz; “Başka türlü nasıl olurdu!” diyoruz.

Bu husus çok önemli: Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının aslında Misak-ı Milli sınırları olmadığını hepinizin bilmesi lazım. Türkiye Cumhuriyeti sınırları Misak-ı Milli sınırları değildir. Misak-ı Milli’nin içinde Batum vardır, Selanik vardır, bugünkü Bulgaristan’ın üçte ikisi vardır. Misak-ı Milli’nin güney sınırı Halep’in 20 km güneyinden geçer. Yani Misak-ı Milli dediğimiz zaman Musul, Kerkük zaten evleviyetle Türk toprağıdır. Yani o zikredilmeye değmeyecek... Çünkü o, Lozan’da muhayyer bırakılmıştır. 

Yani Türk olmak demek Türk vatanına sahip çıkmak demektir. Ancak tahsil sahasında insanları bu konuda tamamen cehalete mahkûm ederek ve hatta mahkûm etmekten ötede kandırarak... Şimdi, senelerden beri Türkiye’de tahsil gören insanları kandırdıklarının delili şudur: Normal olarak mekteplerde bir tarih dersi vardır, bir de inkılap tarihi dersi vardır. Yani eğer tarih dersinde doğru söyleniyor ise inkılap tarihine gerek yok, inkılap tarihinde doğru söyleniyorsa o zaman tarih dersine gerek yok. Bizim bir tek tarih okumamız lazım; ya inkılap tarihini okuyacağız ya tarih okuyacağız. Ama Türkiye’de talebe yok, yani insanlar bilgiyi istemiyorlar. Ne istiyorlar? Mezun olduktan sonra iş istiyorlar. Bugün insanları görüyorsunuz, bu bir felâket, bu bir millete yakışmayacak bir şeydir. Biz millî bir hayat istemeden yaşayan insanlarız; millî hayatı reddederek yaşamayı bir üslup edinmiş insanlarız.

“Yeni kan” dediğimiz şey kapitalizmi hayat tarzı olarak seçmiş olan insanların taşıdığı kandır. Yeni kan, böyle bir kan. Kapitalizmin reddinin sosyalizmi benimsemek olduğu da bize yutturulan dolmalardan birisidir. Türkiye kapitalizmin doğmasına sebep olan ülkedir. Biz Türkler olarak Küçük Asya denilen mekânı vatan edindikten ve akabinde Balkanları darü’l-İslâm haline getirdikten sonra bazıları iklim bakımından elverişsiz, toprak bakımından verimsiz bir alana hapsoldular. Burası Avrupa’ydı. Avrupa kışları uzun süren, dolayısıyla buğday ziraatına müsait olmayan, meyve sebze bakımından çok fakir olan ve bu sebeple yaşamak için mutlaka bir organize çabayı takip etmek mecburiyetinde kalan insanların ülkesiydi. Yani birbirlerini tepelemedikleri takdirde hiçbir zaman Avrupalılar hayatta kalamıyorlardı ve sonunda bu da zaten feodalizmi doğurdu. Avrupa’da feodalizmin doğmasının sebebi yaşama şartlarının zorluğudur. Çünkü senyör, feodal bey emrindeki insanların can ve mal emniyetini tekeffül eder, buna mukabil emrindeki insanlar da onun hem yüksek bir hayat sürmesini hem de onlara nizam veren kanunları koymasını sağlar. Yani, böyle bir sözleşme vardır feodalle köylü arasında. Bu, yaşamanın zorluğundan doğan bir şeydir. Bizim topraklarımızda feodalizm kök salmamıştır; salmak üzereyken Türkler gelip Bizans feodalitesini ortadan kaldırmışlardır. Türkler aynı zamanda geldikleri zaman bu topraklardaki ulaşım şebekesini de yok etmişlerdir. Türkler sadece atla gidilen bir ülke haline getirdiler burayı ki feodalizm ve uç vermiş olan kapitalizm gelişmesin.

Bizim topraklarımız Avrupa’da kapitalizmin, yani feodalizmin bağrında yetişen kapitalizmin doğmasına vesile olan topraklardır. Dolayısıyla biz Türk düzeni diye bir şeyden bahsettiğimiz zaman kapitalizmi etkisiz kılacak, kapitalizmi gereksiz kılacak, kapitalizme hayat hakkı tanımayacak bir düzenden bahsediyoruz. Ve bu düzen kapitalizmin bütün dünyada muzaffer olduğu dönemlerde gücünü korumuştur. Bunun da delili olarak size senelerden beri şunu söylüyorum: Bir ülkenin hayatında, bir yönetimin hayatında “duraklama devri” diye bir şey olmaz. Mekteplerde çocuklara ne öğretiyorlar? “Yükselme devri, duraklama devri, çöküş devri…” değil mi? Bakın tarihe, hiçbir ülkenin hayatında bir duraklama devri görmeyeceksiniz. Türkiye’de 400 sene süren bir duraklama devri var. Böyle salakça şey olur mu? Demek ki Türk düzeni dünyada muzaffer olmuş kapitalizme son noktaya kadar direnmiş olan bir düzendir. Fakat bu düzende Türklerin zararlı çıkmalarının sebebi, Tanzimat sonrasında bütün servet birikiminin gayr-i müslimler elinde toplanmasından ibarettir. Biz İstiklâl Harbi’ni “ölmüş Türk” olarak verdik; bizim ölümüz kâfirleri bertaraf etti. İstiklâl Harbi’ne geldiğimizde zaten sıfırı tüketmiştik. Onun için bir önceki savaşımıza “seferberlik” diyoruz; Türk varlığını muhafaza edebilmek için seferber olduk. Ama başaramadık, gene de bizi nasıl aldattıklarını size nakletmek üzere şunu söyleyeyim: Biz Birinci Cihan Harbi sırasında, yani bizim seferberlik dediğimiz savaş sırasında bir Kutü’l-Amare zaferi yaşadık. İngiliz ordusunu mağlup ettik. Bizim sadece Çanakkale zaferimiz değil, aynı zamanda Kutü’l-Amare zaferimiz de vardır ve bu NATO’ya girdiğimiz güne kadar Türkiye’de bayram olarak kutlanıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda, Kutü’l-Amare’de İngiliz generallerini ve bütün askerlerini esir aldık. Ben çocukluğumda “bizi aldatıyorlar” derdim; ben çocukken bize şöyle derlerdi: “Biz aslında Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubu bir ülke değiliz ama bağdaşık olduğumuz ülkeler yenildiği için biz de yenik kabul edildik.” Ve ben bunu züğürt tesellisi olarak görürdüm kendi gözümde. Ama, 72 yaşındayım şimdi, anladım ki hayır biz gerçekten Birinci Cihan Harbi’nde tabi ki galip tarafta değildik ama mağlup olmayan taraftaydık, mağlup edilemeyen taraftaydık. Onun için Sevr’i geçersiz kılıp bir İstiklâl Harbi verebildik. Başka bir tane var mı? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bir toparlanma gösterebildi mi? Alman İmparatorluğu kolonilerini geri alabildi mi mesela? Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanlar bütün kolonilerini kaybettiler, kayıp o kayıp; İkinci Dünya Savaşı’na gene girdiler ama Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubu olarak girdiler.

Biz ise hâlâ dünyada kâfirlerin mağlup edemediği milletiz. Biz hâlâ dinimizle yaşayan bir milletiz. Bunu inkâr ile bir politika yürütmek sadece ahmaklık değildir, aynı zamanda küfürdür. Biz dinimizle varız. Türk, Müslüman olmadığı zaman Türk değildir. Aslında her Müslüman’ın önünde de Türk olup olmamak tercihi vardır; her Müslüman “Müslümanım ama aynı zamanda da Türk müyüm?” diye düşünmek mecburiyetindedir. Müslüman olmak onun kimliğini netleştirmez. Çünkü bu, Endülüs’te dejenere olmuş bir şeydir. Endülüs’te kâfirlerin ele geçirdiği topraklarda tıpkı bizim zimmilerimiz gibi yaşayan Müslümanlar vardı. Yani, kâfirler kuzeyden Müslümanlar aleyhine gittikçe ilerliyorlardı ve kâfirlerin ele geçirdiği topraklarda bazı Müslümanlar kâfirlere vergi vererek dinlerini koruyorlardı. Bu pislik bugüne kadar gelmiştir. Bugün hâlâ insanlar kâfirlerin hâkim oldukları bir dünyada Müslüman kalınabileceğini sanacak kadar yozlaşmış durumdadırlar. Kâfirler eğer söz sahibi ise orada Müslümanlık bahis konusu değildir. Bunu dünyaya tescil ettiren Türkler olmuştur ve bu yüzden Osmanlılar diğer gazâ beyliklerini tasfiye ederek bir devlet bütünlüğü elde edebilmişlerdir. Osmanlılar siyasî manevra kabiliyeti olan bir kadroydu. Onlar en iyi gazâ şartlarını yerine getiren unsur olarak kendilerini kabul ettirdiler ve tabi bundan da bir pay aldılar.

Söyleyeceğim çok şey var. Fakat sözlerimi bitirmeden şunu söyleyeyim: Ben kendimi kaptırıp konuşuyorum, sanki, sanıyorum ki beni dinleyen var. Yok! Aslında bu böyle bir hâdise. İnsan ünsiyet sahibi varlıktır. Yani süflî ile ulvî arasındaki ünsiyeti, daha doğrusu ikisinin arasındaki kıvamı tutturan yaratık sadece insandır. Ve insan oluşta dinlemek söylemekten öndedir; yani ortada dinleme kapasitesine sahip bir unsur yoksa hiçbir şey söylenmiş olmaz. Bunu da kendi hayatımızda aydınlatabiliriz: Kur’an-ı Kerim bizim bugünlere gelmememiz için nazil oldu. Ama biz dinlemeyi terk ettiğimiz nispette gücümüzden çok şey kaybettik ve bugünlere geldik. Yani dinleyen söyleyenden daha önemli bir yere sahiptir. Ben de şimdiye kadar Türkiye’de bir şeyler dile getirmeye gayret ettim. Hep ümidim bir dinleyenin çıkacağı idi ama olmadı. Buna da hayret etmiyorum, bu da takdir-i ilahîdir. Çünkü herkes müstahak olduğu şeyi elde eder. Aslında Rabbimiz bize hak ettiğimizden fazlasını verir; biz nankör olduğumuz için şükretmeyi bilmeyiz. Her ne hal ise… Ben bu panelde söylemem gereken şeylerin onda birini hâlâ söyleyebilmiş değilim ama ben, daha konuşacak olursam kimseye zaman kalmayacak! İkinci başkanımız ve genel sekreterimiz bu panelin başlığı konusunda bir görev bölümü yapmışlar; “Yeni Kana Yasa” kısmını bize ikinci başkanımız Durmuş Küçükşakalak anlatacak, “Yenik Anayasa” kısmını da genel sekreterimiz Mustafa Tosun sunacak. Sizi şimdi ikinci başkanımızla baş başa bırakıyorum.

Durmuş Küçükşakalak: Selâmünaleyküm.

Fazla derinlere dalmadan yüzeyden bir şeyler anlatacağım. Günlük hayattan, bu “yeni kan” nasıl bir şeydir, nasıl üretilmiştir, nasıl sirayet etmiştir… bunlardan bahsetmeye çalışacağım. Şimdi yeni kan dediğimize göre bunun bir de orijinali, eskisi var demektir. Kan birden bire değişebilen bir şey değildir; bunu kanı değiştirilen bebeklerde görenler de olmuştur. Bu saatler, günler süren bir hâdisedir. Ana babada kan uyuşmazlığı varsa -genelde Rh faktöründen kaynaklanır- bu bebeğin kanı değiştirilir ve bu, bebeğin beslendiği yerden yani göbek kordonundan yapılır. Göbek kordonunda bir atar damar, bir toplardamar vardır. Toplardamardan yavaş yavaş bu kan çekilir, atar damardan yeni kan verilir. Bu iş aniden yapılacak olursa bebek şoka girer ve ölür. İşte bu, toplum hayatında sadece Türkiye’de değil dünyada yapılan bir iştir. Neyle yapılıyor bu? Parayla yapılan bir iş; bu yeni kan, parayla üretilen bir kan. Ülkeden ülkeye renk değişiklikleri olabilir, kan normalde kırmızıdır ama açık kırmızı, koyu kırmızı olabilir. Türkiye’deki kanın rengi yeşildir. Çünkü dolar kurundan elde ediliyor. Ne zamandan beri bu kan zerk edilmeye başlandı, buna bakmamız lazım. En son, Özal’la birlikte başlayan ve AKP döneminin sonuyla hitama ermiş bir kan değişimidir maruz kaldığımız şey. Mesela ben kendi hayatımdan, kendi sokağımdan bir örnek hatırlıyorum. 9-10 yaşlarındayım, 85-86 yılıdır. Sokağımızda bir komşunun düğünü vardı. Konya’nın düğünleri meşhurdur, o gün biz düğün pilavı yiyeceğiz heyecanıyla kalktık ama sokakta hiçbir çocuğa annesi o düğünde yemek yemeye izin vermedi. Anlamadığımız bir şey söylediler: Bankadan para çekmişler. Anne babalar gidip hayırlı olsun dediler ama çocuklarını ve kendilerini o sofraya oturtmadılar. Böyle bir kan vardı ama yeni yeni Özal dönemiyle sirayet etmiş, bankadan para çeken diye ilk defa birisi türemişti. O dönem bir kişiye sirayet etmiş o kan zamanla, ama çok yavaş ilerledi, bu son 12-13 yıla gelinceye kadar yarı yolu tamamlamış oldu, verilecek olan kanın yarısı verilmiş oldu, ondan sonra çok hızlı ilerledi. Zaten nakilde de öyledir, vücut alıştıktan sonra hızlandırılır çünkü vücut tanımıştır artık onu. Bu iş parayla yapıldı, yeşile boyandı birçok şey. Bunların fetvaları çıktı. Hepimiz günlük hayatta işte “Kredi çekerek kurban olur mu olmaz mı?” fetvalarını görmüşüzdür. Yahut benim ilk defa duyduğum, kredi çekerek hacca giden insan, tanıdım, gördüm. İş bu şekle geldi. Şimdi bu kan değişimi dediğimiz şey aslında din değişimidir. Yeni bir din icat ediliyor, edildi daha doğrusu. Bu yeni kanla üretilen yeni din, Hıristiyanlığın bir yorumu olarak anlaşılabilir. Dar bir çerçevede bakarsak Yahudiliğin bir yorumu olarak da anlaşılabilir. Bu dine göre şu anda tüm insanlık altın çağını yaşamaktadır, hele hele Müslümanlar 14 asırdır böyle bir çağ, böyle bir devir görmemişlerdir. Bunlara kendimizi kaptırdığımızda, biz de bu kanı damarlarımızda dolaştırdığımızı, bu kanın dolaşımından memnun olduğumuzu söylemiş oluruz. İşte bu bize zerk edilen kanın yan etkilerini, göze batan etkilerini kapatmak için Türkiye’ye son 12-13 senedir oluk oluk para akıtıldı. Çünkü yeşil bir sıvı vermişlerdi kan yerine; gözlerimiz kızarmıyor, gözlerimiz yeşeriyordu falan... Bunu kapatmak için her yeri yeşillendirdiler. O kadar ki evde acaba ithal olmayan eşya bulabilecek olan birisi çıkar mı? Kur’an-ı Kerim’in bile kâğıdı ithaldir. Herkese o oluk oluk akıtılan para sirayet etti ve herkes bu parayla teskin edildi. Mesela “12-13 senedir şu kadar büyüdük…” diyorlar. Bu büyüme hikâyesi de başka bir şey, mesela üç sene önce %7 küsur büyüyen Türkiye’nin, %7 bankaların büyümesi, diğer küsuratın da şirketlerin büyümesi olduğunu kendileri söylüyorlar zaten. Öyle büyüme filan yok aslında. O oluk oluk akıtılan para insanları şekillendirmek, insanları satın alabilmek, dinlerini değiştirmek için akıtılan paradır. Biraz önce İsmet Bey bahsetti; o yollar, köprüler, hava alanları… bunlar insanların gözünü boyayan şeylerdir, çünkü ancak kan değişimi tamamlanmış insanlar bunun bir nimet olduğunu düşünebiliyor. Ama buna direnen insanlar bunun bir nimet değil, bir belâ olduğunu görebiliyor. O yollar, hava alanları her bakımdan işgal edilmiş olan Türkiye’nin askerî olarak işgaline zemin hazırlamak üzere yapılmış şeylerdir. Askerî olarak nakli kolaylaştırmak üzere bu yollardan geçiyoruz, o hava alanlarına konuyoruz, o hastanelere gidiyoruz. Yeni kan böyle bir şey ve bu dediğim gibi herkese sirayet etmiş olan bir kandır. Bu kan nakline bile isteye direnerek, bunun etkilerinin dışında kalabiliriz. İşte bu yeni kana bir yasa gerekiyordu. 12-13 senede çıkan yasaları ne CHP ne MHP çıkarmayı becerebilirdi ne de cesaret edebilirdi. Ama karıları başörtülü, namaz kılan insanlar vasıtasıyla bu iş yapıldı. Bu yeni kanı muhafaza edecek, yeni kanı besleyip büyütecek, zamanı geldiğinde militan olarak kullanılabilecek hale getirecek yasalar yapıldı. Bunu hukukçu arkadaşlar gayet iyi bilirler. Hukukî olarak mahkemelere işi düşmeyenlerin ancak işi düşünce görebildikleri, bilebildikleri bir şeydir bu. İşte bunun yasaları yapıldı, yani bu kan koruma altına alındı. Ama anayasası yapılamadı. Yani yasalar anayasayla tenakuz halinde şu anda; aklı başında hâkim ve savcılar kaldıysa halen, bu yasaları hallaç pamuğu gibi atabilirler. Onun için bu anayasa kısmı önemli. Anayasası olmayan yasalar var şu anda ve hepsi Türkiye aleyhine üretilmiş, Türkiye aleyhine işleyen yasalar bunlar. Bunların anayasa telaşı bundandır. Değilse, 170 küsur maddelik anayasanın 120 küsur maddesi zaten değiştirilmiş, istenilse defalarca değiştirilecek, değiştirilebilecek bir anayasa var ve birileri yatıp kalkıp her şeyi bu anayasaya bağlıyorlar. “Suriye’de iş çıkmaza girdiyse bu anayasayla alâkalıdır…” gibi. Bu yeni kana çok yasa yapıldı. Dediğim gibi 12-13 senedir çıkan yasalara bugüne kadar kimse cesaret bile edemezdi. Bu kanın anayasasının yapılamamasının tek sebebi varsa o da İstiklâl Marşı’dır, İstiklâl Marşı Derneği’dir. İnternet üzerinde bu anayasa taslaklarını kabul ettikleri bir portal mi açmışlardı, yoksa TBMM’nin sayfasında bir bölüm mü açmışlardı… Bütün sivil toplum kuruluşlarının, ilgili ilgisiz herkesin anayasa taslaklarını, anayasa hakkındaki görüşlerini iletebilecekleri bir portal vardı. Orada, bu konu hakkında fikir beyan eden yüzlerce kuruluşun içinde “Hayır, anayasa istemiyoruz!” diyen tek bir kuruluş bulamazdınız. Bütün partilerin, bütün sivil toplum kuruluşlarının vesaire el birliği, dil birliği ettikleri halde çıkaramadıkları anayasa hakkında sadece İstiklâl Marşı Derneği, anlayanlar için bir teklif, anlamayanlar için bir tehdit olarak “Anayasa’dan İstiklâl Marşı Çıkmaz, İstiklâl Marşı’ndan Anayasa Çıkar” dedi. Sadece İstiklâl Marşı Derneği bunu söyledi ve anayasa yapılamadı. Yapılamadığı için de AKP’nin ipi çekildi. Bunun için iş başına getirilmişlerdi. Bu yeni kana, Özal’dan beri başlayan, üretilen, enjekte edilmeye başlayan bu yeni kana yasalar yapması için AKP iş başına getirilmişti ve bunu anayasayla -yenik olmayan tabi, şu anda yenik bir anayasa- yeni bir anayasayla taçlandırmak için göreve getirilmişti. Üç dönem mühlet verilmişti ve bu üç dönem sonunda bunu beceremediler. İşi bilenler, işin nerden çekilip çevrildiğini bilenler dikkat ederseniz, “biz siyaseti bırakıyoruz” deyip çekildiler inlerine. İş, bilmeyenlere kaldı, inşaatın çöküntüsü onların üzerinde kalacak. Diyeceklerim bu kadar, yeni kan böyle bir kan. Teşekkür ederim.

İsmet Özel: Biz de Durmuş Küçükşakalak’a teşekkür ederiz. Dinlediğiniz için teşekkür ederim dedi, çünkü gerçekten konuşanın bütün mükâfatı dinleyen kadardır. Yani eğer konuşan bir dinleyen bulduysa mükâfatını elde etmiş sayılır. Ben şahsen Durmuş Küçükşakalak’ın söylediklerini dinledim, benden yana bir şey kazandı. Şimdi Mustafa Tosun bakalım bize ne kazandıracak.

Mustafa Tosun: İnşallah kazandırırım!

Bir yenik anayasa yüzü var. Dünya tarihine baktığımız zaman yenilginin olduğu yerde yenen var, yenilen var. Anayasalar da modern çağların ortaya çıkardığı bir kavram ve durum. Normalde Antik çağdan belli bir zamana kadar bir insan grubu başka bir insan grubunu yendiğinde onu köle haline getirirdi; hatta bu da köleliğin belki en yaygın haliydi. Modern çağlarda ise bu kendini devlet zannedenlerin veya öyle oluşumların idaresini sağlamak için bir yönetmelik, bir tüzük, kat mülkiyeti gibi bir şey oluşturulmuş. Herkesin önünde böyle bir mevzu var. Bu bakımdan dünyadaki anayasalara baktığımızda belli başlı tavırları olan anayasalar var. Bunlardan biri Amerikan anayasası. Amerikan anayasası kendi çağı içinde yeni bir kan üretilmesi üzerine var edilmiştir. Yerlilerin yok edilmesi, köle ticaretiyle kazanılan sermaye, köle gücünün kullanılması… bunlar anayasaya uygun ve anayasayı güçlendiren şeyler olmuştur. Bu manada anayasa burada, galip olmak isteyenlerin bir çerçevesi olmuştur. Bir de dünyanın son yüzyıla kadarki sahibi gibi görünen İngiliz yahut Büyük Britanya toplumu var. Onlar ise anayasa yapmayacak kadar anayasaya hâkimler. Kendilerini yazılı olarak bir şeyle kayıtlamayacak ama gelenek oluşturacak bir güç ortaya koyuyorlar. Bu iki yaklaşım, Amerika ve İngiliz anayasal yaklaşımları galiplerin yaklaşımları. Bunun yanında Kıta Avrupa’sında olan anayasa hareketleri var. Fransa Hitler’den sonra bir türlü kendine gelememiş bir toplum. Birinci cumhuriyet, ikinci cumhuriyet… İmparatorlukları da öyle. Bir türlü iflah olmamış bir toplum. Almanya ise Birinci Dünya Savaşı’nda mağlup olduğunda hem Weimar anayasası diye bir ara dönem geçirdi, sonrasında Amerika tarafından… Oradakiler her bir yenilgi safhasının sebebe bağlanmış haliydi. Bir de çok da dikkate değer olmayan üçüncü dünya ülkesi diyebileceğimiz yerlerdeki anayasalar. Onlar aslında senet, çek vasfında, belge niteliği taşımayan, sahip değiştirmeyi gösteren belgelerdir. Türkiye’deki anayasa gelişmesi ise kapitalizm Türk’e karşı doğduğu için hep daha farklı yani İslâm’ın hâkim kılınacağı, insanların daha iyi hayat yaşayacağı bir aldatmacayı göstererek yürümek zorunda kalmıştır. Ki Tanzimat Fermanı ilk anayasal çalışma olarak görülür. Türkiye’de aslında ticaret anlaşmalarıyla beraber bir yolu açmıştır. Yine Meşrutiyet dönemi, yanında demokratik uygulama olarak Duyun-i Umumiye denilen kurumu getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ise, kâfirlerin elinden kaçırılan bir vatan olduğu için, Türk varlığına işaret eden, “Devletin dini din-i İslâmdır” diyen, Türk lafzının geçtiği bir metinden, kısmen de olsa bir kaçırılmış metinden bahsedebiliriz. Bunun cezası olarak ise 30’lu yıllarda Almanya’dan özellikle hukuk fakültelerine getirilen, Yahudi asıllı daha doğrusu Yahudi olan profesörlerle bir çalışma başlatıldı. Hirsch meşhurdur bu konuda. Bu çalışma da NATO’nun 1960’a kadar Kur’an devleti olan Türkiye’yi feshetmesi ile beraber kendine kadro ve zihniyet bulmuş oldu ve yine bir yenilginin kayda geçirilmesi oldu 60 anayasası. 82 anayasası da benzer bir şekilde yeni bir evreye geçişin bir sebebiyken, bir şekilde içindeki bazı hususlar bakımından, özellikle ikinci maddedir… Zaten şunu söylüyorlar: Anayasanın ikinci maddesi kaldığı sürece hiçbir anayasa yeni sayılamaz. O da nedir? Millet bölünmez bir bütündür, dili Türkçe’dir, marşı İstiklâl Marşı’dır, bayrağı al bayraktır, başkenti Ankara’dır. Bu maddeden büyük bir rahatsızlık var. Sanki birileri tarafından ameliyatta unutulmuş bir şey muamelesi görüyor. Şimdi yine, yeni bir dönemde yapılmak istenen anayasa aslında nihai olarak yenilginin kayda geçirilmesini amaçlamıştır. Bu anlamda cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden Recep Tayyip Erdoğan şu ifadeyi kullandı: 400 milletvekilini verseydiniz sergilenen terör eylemleri olmazdı. Bu eleştirildi ama şöyle bir yaklaşım geliştirilmedi: 400 ne demek? Anayasa’nın değişmesi için gereken sayı. Üstü kapalı olarak demiş oluyor ki, bizden yeni anayasayı istediler, yeni anayasayı isteyenler, yeni anayasa olmazsa yanık anayasa… Yani bugün maalesef insanlar katledildi… Yani yanık anayasayı tercih ettiğini ifade ediyor. Kendisi ne şekilde, ne boyutta bu işin içinde, “bu işleri ben yapacaktım, niye elimden aldınız” mı diyor, onu bilemiyoruz. Anayasa normalde insanlar tarafından konuşulan bir şey değildi. Hukuk çevrelerinde, siyasî çevrelerde konuşuluyordu. İnsanları bunu paravan olarak kullanarak, şimdi sanki şeriat gelecek, insanlar Allah’ın hükmüne uyacaklar gibi bir hava estiriliyor dışarıda. Herkes evinde bile anayasa konuşuyor. Denildiği gibi Türkiye’deki vatan mefhumunu, Türklüğü yok sayan bir anayasa Türkiye’nin mahvına sebep olacaktır. Bu arada üçüncü köprü mevzuu oldu. Birinci köprü yapıldığında Türkiye’de terör patladı; 72’de açıldı 80’e kadar bir terör patlaması oldu. 80’li yıllarda ikinci köprü yapıldı, bu sefer Türkiye uyuşturucu ticaretinin ve fuhşun köprüsü haline geldi. Şimdi bu üçüncü köprü, muhtemelen buna entegre bir işgalin hazırlığı yapıldığı anlamına geliyor. Bu arada da hissî olarak düşündüğüm bir konu, muhtemelen büyük İstanbul depremi sonrası Türkiye’ye dünya sistemi denen şeyin el koyması da uzak bir şey değil. Deprem olduğunda birileri, mesela siz bunu gereği gibi yapamadınız, insanların yaşama hakkını dahi sağlayamadınız diye böyle bir şey geliştirebilirler. Bu arada Türkiye’de canı yanan herkes hemen AİHM’ye gideceğini söylüyor. Veya işte, Türkiye’de NATO’yu göreve çağırıyor. Bu mevcut anlayışlar içinde bir çıkış yolu bulmak mümkün değil. Aslında anayasayı referandum olarak gündeme taşıyamamalarının, sebebi şu: Bir anayasa isteyenler bir blok oluşturduğunda, karşısında istemeyenler bir blok oluşturmadığı için otomatikman İstiklâl Marşı Derneği kantarın diğer tarafında olacaktı. Bunu göze alamadılar. Bir taraf olduğunda diğer tarafta mutlaka İstiklâl Marşı Derneği olacağı için bunu biraz daha ertelediler veya başka planlara geçtiler. Bu manada bir yerlere geldik, İstiklâl Marşı Derneği’nin içindeyiz, içinde olmaya çalışıyoruz. Bu milletin bir evladıyız. Allah’ın takdirine boyun eğmiş insanlarız. Duamız, ıslah olmuş insanlar katına çıkmak ve bu hal üzere ölmek, insanların iyi üzerinde sabit kalacakları bir hayatlarının olması şeklindedir. İnşallah konuşmam bu manada fayda sağlamıştır. Çok teşekkür ederim dinlediğiniz için.

İsmet Özel: Biz de teşekkür ederiz Mustafa Tosun’a söyledikleri için. İnşallah, onun duasına katılıyoruz. İstiklâl Marşı Derneği dışında Türkiye’nin varlığının hedef olarak ikinci hicreti seçmesi zaruretini hiç kimse dile getirmedi. Şimdi eğer buraya Türkiye’nin haritadan silinmesinden menfaat bulan insanlar olarak gelmediyseniz bir şeyleri anlamak mecburiyetindesiniz. “Anlamasanız da olur!” değil. Bir şeyleri anlamak mecburiyetindesiniz. Türkiye iki kere vatan oldu, bir üçüncüsü yaşanmayacak. Türkiye Cumhuriyeti haritadan silindiği takdirde bir daha Türk sözü ve Türkiye sözü tarih kitaplarında, ansiklopedilerde gözükecek. Bir daha böyle bir şey olmayacak. O bakımdan son derece vahim bir yerdeyiz. Türkiye iki kere vatan oldu, üçüncüsü gerçekleşmeyecek. Çünkü Türkiye’nin ilk vatan oluşu ikinci seferinde teyit edildi. Yani aslında Türkiye bir kere vatan oldu, o da Türkiye’nin darü’l-İslâm haline gelmesidir. Bunu da defaatle söyledim, tarih kitaplarını açın bakın, İslâm’ın yayılışı sayfasında Türkiye toprakları yoktur. Yani dünya tarihini yazanlar İslâm’ın yayılışı dendiği zaman Bizans hâkimiyetinin Küçük Asya’da yürürlükte olduğu zamanı anlatırlar. O zamana kadar İslâm yayılmıştır denir. Türklerin vatan sahibi olması hâdisesi dünya tarihinin yönünü değiştirmiş bir şeydir ve bu yön değişikliği hâlâ söz konusudur ve hâlâ Türkiye dünya tarihinin anormal bir vakasıdır. Yani böyle olmayacak, bu Türkler işi bozdular meselesi var işin içinde; hatta bunu işte Abbasi yönetimi sırasında Türklerin öne çıkması belâsı olarak zikreden tarihçiler bile vardır. Yani bunlar bir şekilde Müslümanlığı başka bir şey haline getirdiler, diye düşünürler. Türkiye Cumhuriyeti de iki tek parti devri yaşadı. Cumhuriyet ilân edildikten Mustafa Kemal’in ölümüne kadar geçen zaman yani 1923’ten 1938’e kadar geçen zaman özel bir zamandır. İkinci tek parti dönemi 38’den 50’ye kadar devam eden zamandır. Bu da zaman olarak AKP’nin iktidarına denk düşer. Yani Türkiye iki tek parti dönemi yaşadı. Bunun bir manası var. Mustafa Kemal’in ayakta olduğu zaman ekstra bir zamandı. Yani dünya Yahudiliği bunu bir hususî dönem olarak tespit etmişti. Çünkü gene tarih kitaplarına, hangi dilde yazılmış olursa olsun, açıp bakın Yahudi kurtuluşu ile ilgili bir bahse daldığınızda Türkiye’de Yahudi kurtuluşunun, İngilizce söylersek Jewish Emancipation, 1980, tövbe 1908… -dil sürçmesi de manalıdır Freud’a göre- 1908, yani Lenin’in Devlet ve İhtilal kitabını açıp bakarsanız Türklerin millî demokratik devriminin 1908’de yaşandığını not eder. İsrail’in kurulması Yahudi anlayışına göre 1930’lu yıllarda netleşmiştir. Daha önce mutaassıp Yahudiler adanmış topraklara ancak Mesih çıktıktan sonra dönülebileceğine inanıyorlardı. Hâlâ öyle inanıyorlar. Hâlâ mutaassıp Yahudiler İsrail’e karşıdır. Ama 30’lu yıllarda mutaassıp Yahudiler İsrail’in kurulmasına rıza göstermeleri konusunda ikna edildiler. Türkiye Cumhuriyeti Yahudiler tarafından, kurulacak İsrail’in şemsiyesi olarak düşünüldü ve İsrail’de 1980 yılına kadar yanılmıyorsam Mecelle geçerliydi, kanundu yani. 1938’de Mustafa Kemal öldü. Fakat Türkiye dağılmadı, Türkiye ortadan kalkmadı. Neden böyle oldu, meraka değer bir şey. Çünkü Tito öldükten sonra Yugoslavya ortadan kalktı. Bunun sebebi dediğim gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının İslâmî anlayışa göre ikinci hicret olarak anlaşılması gerektiğidir. Anlayan yoktu; fakat anlaşılması gerekiyordu. Bu yüzden Mustafa Kemal’in ölümü sonunda Türkiye dağılmadı ve haritadan silinmedi. Çünkü Türkiye’nin yeniden Mekke ve Medine’yi Müslüman hâkimiyetine kavuşturması Türkiye’den beklenen bir şeydi. Bunu Türk milleti bir hedef olarak ele almadı. Böyle bir şey işitmedi. İçinden buna hazır olduğu, halde buna razı olduğu halde böyle bir şeyi kafasında canlı tutmadı ve bizim ulema diye bildiğimiz insanlar hiçbir şekilde 1916 yılından sonra haccın farziyeti konusunda bir şey söylemediler. Bütün bu olan biten şeylerin dünyada olan biten şeylerle doğrudan alâkası var, İslâm’ın aslı ile alâkası var. Hendek savaşı öncesinde hendekler kazılırken Rasulu Ekrem’in söylediği şudur: İnen her kazmanın Kisra’nın, Kayzer’in sarayına indiğini görüyorum. Bu, hadis kitaplarında olan bir ibare. Dediğim gibi Müslüman olmak ahmaklıktan çıkmak demektir. Buna çabalamamız lazım. Neden Müslümanlar ahmaklıktan çıkamıyor? Çünkü kendi Müslümanlıklarını kendilerine izah edemiyorlar. Çünkü Türkiye’de Müslüman olanlar Müslüman görünmek zorunda olanlardan ibaret. “Gerçekten bu benim dinimdir, Allah beni Müslüman olarak yarattı.” fikriyle hareket etmiyorlar. Başından beri yani Türkiye darü’l-İslâm olurken insanlar neden Müslüman oldular ve İslâmiyet bu topraklar ne olarak yaşadı? İslâm bu topraklarda sadece bir siyasî güç olarak yaşadı ve o yüzden de devlet dini olarak bilindi; Müslümanların dini olarak değil. Yani kendini bilen âlimler şunu söylüyorlardı: Din esastır, devlet onun bir fer’i olarak kurulmuştur. Bunu kendini bilen âlimler biliyorlardı; ama devletin selâmetini dine endeksleyen zümre bunu bize bildirmedi. Bilmememiz için işlerini öyle tanzim etti. Şimdi Kubat ismini orada burada görüyorsunuz değil mi? Nerden çıktı bu Kubat? Bu, Bizans ordusunun komutanının adı. Hangi Bizans ordusu bu? Tebük seferine çıktığımız zaman karşımızdaki ordunun komutanı Kubat. Yani onlar davalarını devam ettiriyorlar; çocuklarına Kubat ismini koyuyorlar veyahut şirketlerinin ismi oluyor değil mi? Hobi olarak marangozluk yapan insanlar var Türkiye de değil mi? Neden? Çünkü İsa’nın mesleğiydi o. Yani adamın mesleği marangozluk değil ama hobi olarak yapıyor, çünkü İsa marangozdu. Yani Türkiye’de bizim Müslüman diye bildiğimiz insanların kendi güttükleri bir gaye var ve bunlar onu ona göre ayarladılar. Bunun için Yahudi kaynaklarından dünya kadar malzeme devşirebilirler ama Endülüslü İbn Meymun, Maimonides olarak bilinen adam, zamanında onlara fetva verdi ve dedi ki: Yehova’yla ahdinizi muhafaza ettiğiniz müddetçe diğer dinlere girebilirsiniz yani aslında Yahudi olarak kalın ama görüşünüz Hıristiyan, Müslüman olabilir. Ve bu Yahudilerin çocuklarını papaz yapmalarına vesile oldu. Adam Hıristiyanları nasıl idare edecek? Yahudi ama papaz. Mesela bunlardan bir tanesi Ivan Ilich’tir, bildiğiz yazar, meşhur. O piskoposluğa kadar yükseldi ama kiliseden de atıldı sonunda. Ben Türkiye ile ilgili olan kısmı dikkatinize sunmak istiyorum. Türkiye’de bizim İslâmî program olarak önümüze çıkardıkları şeyler Yahudilerin ve Hıristiyanların planlarını gerçekleştirmek için allayıp pulladıkları şeylerdir. Yani Kur’an ayetlerinin ve hadislerin önemli bir kısmının sadece bu iki unsurun bizim aramızda, hem de hâkim olarak varlıklarını devam ettirmeleri için hususen tedvin edildiklerini bilmemiz lazım . Ama meseleye doğrudan doğruya siyasî tarih açısından bakabilirsiniz. Biz bu toprakları darü’l-İslâm kılarak bir vatan sahibi olduk; biz Türkler, başkaları değil. O sırada Bizans otoritesiyle meselesi olan Ermeniler bizimle beraber hareket ettiler ve bu büyük Ermeni kitle âdeta Müslümanmış gibi hareket etti ve belki de görünüşte de Müslüman oldular. Bunu bilmiyoruz, çünkü bu konuda kimse bize bir şey söylemiyor. Hıristiyanlıkta gizlilik dinin aslıdır. İslâm’da ise dine en ters olan şey gizliliktir. Biz Müslümanlar her şeyi aşikâre yaparız. Ama Hıristiyansa, rahatlıkla adam bize Müslüman görünebilir. Her neyse… Bunlar şu anda, meselâ sadece papazlar bilirdi Ermeniceyi, Türkçe konuşurlardı, hatta bilirsiniz bir türkü vardır: Kalenin burcu muyam / Dil bilmez Gürcü müyem / Felek evin yıkıla / Ben çirkin harcı mıyam. Bu Ermeni ağzından söylenmiş bir türkü, çünkü Türkçe, Kalenin burcu muyam / Dil bilmez Gürcü müyem… diyor. 1571’de donamamız yakıldığı zaman bütün dünyaya Türkler mağlup edilebilir sloganı yayıldı. Bundan sonra içimizdeki Ermeniler dinlerine geri döndüler ama artık Ermeniceyi kaybettikleri için Türkçe konuşuyorlardı. Patron değişti çünkü. Rumlar, samimiyetle Müslüman olanlar Türkçe konuşmaya başladılar ama İstanbul’u geri alacağız diyen Rumlar Türkçe öğrenmemek konusunda direndiler. Yani İstanbul’da bir Rum kızı fahişe olduğu zaman diğer Rum karıları şöyle söylerlermiş: “Çok güzel Türkçe konuşur o!” Türkçe konuşmak böyle bir şey Rumlar için. Yahudiler biz buraları daru’l-İslâm haline getirdiğimiz zaman Müslüman olarak kendilerini teslim ettirdiler, çünkü bunların erkekleri sünnete benzer bir operasyon geçirir. Sünnet olur demeyin, çünkü sünnet Müslümanlara mahsustur. Sünnete benzer bir operasyon geçirir ve domuz eti yemezler ama onlar tavşan eti de yemezler. Dolayısıyla Yahudileri Müslüman sanmak çok kolaydı ve vergi vermemek için Müslüman görünmeleri de işlerine geldi. Dolayısıyla biz Müslüman bildiğimiz Yahudilerle yüzyıllar boyunca yaşadık. Ama dediğim gibi dengeler değiştiği zaman, dünya sistemi “Türk mağlup edilebilir” sloganını dünyaya yaymaya başladığı zaman bunlar o sistemin bir parçası olarak hareket ettiler. Şuna dikkatinizi çekmek istiyorum: İmkânları Türkiye kadar geniş olan bir ülkenin bu çaresizlikte olmasına imkân yoktur. Bakın, dünyada böyle bir ülke yoktur. Bir tek istisna Hindistan’dır; şu manada: Hindistan kendi başının çaresine bakabilecek bir ülkedir. Onun için emperyalizm tarafından hususî bir muameleye tâbi tutulmuştur ve bağımsızlığını elde ettiği günden bu yana katledilmemiş Hindistan cumhurbaşkanı yok; Gandi, Nehru. İndira Gandhi’yi de biliyorsunuz korumaları öldürdü. Yani orda özel bir şey yürütülüyor. Konumuz Hindistan değil ama Türkiye bu bakımdan herkesin, bütün dünyanın gözünü diktiği yerdir. Birinci Dünya Savaşı dediğimiz savaş dünya sistemi tarafından rakibi olacak birimleri yok etmek üzere çıkartılmış bir savaştır. Ne Birinci Dünya Savaşı’nın ne İkinci Dünya Savaşı’nın sosyolojik hiçbir dayanağı yoktur; bunlar doğrudan doğruya siyasî birer komplodur. Federal Reserve yasası Amerika’da 1913 yılının noeline yakın bir zamanda çıkarıldı; bugün hâlâ ekonomi haberlerinde işte Federal Reserve faizi düşürecek mi düşürmeyecek mi diye durmandan duyuyorsunuz. Bu yasa Amerikan ekonomisini beş multi milyonerin eline bırakan bir yasa idi. 1913 ve bunlar bir sene sonra hatta ay hesabına vurursanız sene geçmeden Birinci Dünya Savaşı’nı çıkardılar. Çünkü Avrupa’da bir rakip ülke doğmak üzereydi: Avusturya Macaristan İmparatorluğu, kan da değiştirecekti, gömlek de değiştirecekti, Avusturya Birleşik Devletleri haline gelecekti. Arşidük Ferdinand eğer öldürülmeseydi birkaç ay sonra tahta geçecekti ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu bünyesini yeni bir şekle kavuşturacaktı. İmparatorluk sınırları içindeki her etnik unsur kendi devletine kavuşacaktı ve bunlar Avusturya Birleşik Devletleri olacaklardı. Böylece ekonomik olarak Amerika Birleşik Devletleri’ne büyük bir rakip güç olacaklardı. Ekonomi tahsil edenler kapitalizmi Avusturyalı olarak yorumlayan ekonomistleri bilirler. Bu olmadı, Arşidük Ferdinand tahta geçmedi, çünkü öldürüldü ve bu taraf savaşı kaybettiği için imparatorluklar gitti; ama bu giden imparatorluklardan bir tanesi savaş bitmeden gitti: Rus Çarlığı. 1917 yılı hem Rus Çarlığı’nın devrildiği yıldır, hem de Amerika Birleşik Devletleri’nin Birinci Dünya Savaşı’na girdiği yıldır. Birinci Dünya Savaşı imparatorlukları yok etti: Alman İmparatorluğu yok oldu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yok oldu, Rus Çarlığı yok oldu, Osmanlı İmparatorluğu yok oldu. Peki, neden dünya sistemi imparatorlukları yok etti? İmparatorluklar yaşasa sistem bundan ne zarar görecekti? Dünya sistemi dediğimiz şey Türk hâkimiyetine karşı bir güç oluşturmak üzere tanzim edilmiş malî bir organizasyondur. İtalyan site devletlerinde başlamış bu malî organizasyonun esası iki ayak üzerinde durur: Pazar için üretim, ücretli emek. Bu aynı zamanda kapitalizm demektir. İtalyan site devletleri, yani Venedik, Floransa, Milano… Sayın sayabildiğiniz kadar, Türk gücünün gölgede bırakılması için bir malî güç büyütme mecburiyetini hissettiler. Bu malî güç gerçekten büyüdü. Buna sermaye birikimi diyoruz. Beynelmilel ticaret sermayeyi biriktiriyordu: Bir ülkenin malları başka bir ülkeye hammadde olarak veya mamul madde olarak gidiyor, bundan birileri kâr sağlıyor. Bu kâr, sermayenin terakümü ve temerküzü diye bildiğimiz bir hâdise. Para hem çoğalıyor hem de daha az elde birikiyor. Bu konuda Hollandalılar dünya birincisi idiler. Onlar nakliyat konusunda dünyanın en uzman insanlarıydı. Hollandalılar sadece bunu mu yapıyorlardı? Hayır. Fakat nakliyatta Hollandalıların üstüne yoktu. Hollandalılar bütün dünyada mamul ve hammaddelerin yer değiştirmesinde en güçlü unsurdular. Hollandalılar nakliyattan elde ettikleri bu parayı, sistemin piyasa olarak organizasyonu yolunda kullandılar. Böylece kapitalizm Hollanda’da bir hayat tarzı olarak yerleşip kökleşti. Fakat Hollandalılar sömürgecilikte Britanya’nın gerisinde kaldıkları için Londra dünya sisteminin merkezi olarak vazifeyi devraldı. Yani dünya sistemi dediğimiz şey, İtalyan site devletlerinde Türklere karşı bir malî güç oluşturmak üzere ortaya çıktı; metropol oradan Hollanda’ya taşındı, oradan da Londra’ya taşındı. Mesela dikkat ederseniz işin içinde Fransa ve Almanya yok. Hâlbuki bunlar çok gözde ülkeler. Çünkü dünya sistemi dediğimiz şey malî bir şebeke; parayla yürüyen bir şebeke. Bu sistem en iyi verimini yeni kıtada aldı. Amerika Birleşik Devletleri devlet olarak ortaya çıktıktan sonra aynı zamanda kapitalist işleyişin öncüsü oldu. Avrupa, kapitalizmin serpilmesine engel olan birtakım ayak bağlarına sahipti. Kültürel ayak bağları: Avrupalılar hem Türklerle savaşmak zorundaydılar, hem de birbirleriyle savaşmak zorundaydılar. Yani rekabet etmek zorundaydılar. Ama Amerika sadece sermaye terakümüyle uğraşan bir mekanizmaya sahipti, sadece para birikiyordu. Zaten Amerikan tarihinden birazcık haberdar olanlar Amerika’nın bağımsızlığının vergi meselesinden falan filan çıktığını bilirler. Yani Amerikalılar, Amerika’da parası olanlar İngiltere’nin haraç almasını istemediler. Böylece Amerika doğdu; koloni olmaktan çıktılar. 1944 yılında dünya sistemi merkezini Wall Street’e taşıdı, çünkü artık tam yerini bulmuştu: Sadece paranın söz geçirdiği bir düzen. Ve 1944’ten sonra (1945’te savaş bitti) bugüne kadar dünya Pax Americana yaşıyor. Yani Pax Romana bitti ve yerini Pax Americana’ya bıraktı. Ne demek pax? Barış. Pax Romana ne demek? Roma barışı. Roma imparatorları ve Roma devleti hâkim olduğu alanda hiçbir unsurun diğer unsurla çatışmasına izin vermiyordu. Pax Romana deniyordu buna. Roma locuta, causa finita; Roma konuştu, dava bitti. Her şeyde onların sözü geçiyordu. Ve bu 1944’te Amerika Birleşik Devletleri’nde, Bretton Woods’ta (Kanada’da tabi Bretton Woods) kaideye bağlandı. Tabi bu, zaman içinde çok değişikliklere uğradı. Ama iş başladığı zaman, 1944’te Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve Dünya Para Fonu (International Money Fund, IMF) tesis edildi. Ve bunlar dünyayı kendi planladıkları şekilde yürüttüler ve hâlâ yürütüyorlar. Fakat insanlar ne olup ne bittiğinden haberdar olmadıkları için, işte yeni bir gömlek almak, çocuğunu pahalı bir mektepte okutmak vb. salakça şeyler için bu işleyen mekanizmanın daha iyi işlemesine uğraşıyorlar. Değil o mekanizmayla uğraşmak, herkes kendi hayatını kolaylaştırmak üzere hareket ediyor. “Dünya kâfirlerin cenneti, mü’minlerin zindanıdır.” Bunu insanlar rahatsızlıkla karşılıyorlar: “Olmaz benim de cennetim olsun dünya.” İçinde iman yok adamın. “Dünya kâfirlerin cenneti, mü’minlerin zindanıdır.” Ne demek mü’minlerin zindanıdır? Allah bize ne kadar iman nasip ettiyse o kadar cenneti özleriz. Yani cenneti özleyişimiz imanımız kadardır. Bizim cenneti özlemek diye bir şey yok içimizde. O zaman şehit de olamıyoruz. Çünkü İslâmî metinlere bakın, öbür dünyada şehitler, bir daha şehit olmak için dünyaya geri dönmek isterler. Anlatabiliyor muyum? Bugünkü yeni kan, cenneti özlemek istemiyor. Adam mesela bir yabancı şirkette yönetici olmayı şerefsizlik olarak addetmiyor. Bunu böyle söylersen sen kötü oluyorsun. Türkiye’de, Avrupa’da çalışmaya gitmeyi reddeden, -Konya Şube Başkanı Mustafa Deveci size söylesin- oğlunu Avrupa’ya göndermeyen, “Ben gâvura çocuğumu çalıştırtmam!” diyen insanlar vardı. Böyle bir ülke burası. “Öyle bir ülke değil!” diyor yeni kan. Çünkü Maraş Şube Başkanı Abdülhamid Sağır da diyor ki, “Anlattığınız o hikâye artık Maraş’ta geçerli değil!” Maraş’ta şöyle bir vakıa cereyan etmiş: 27 Mayıs 1960’tan sonra olan bitenin rezil, alçakça bir şey olduğunu vazeden bir cami imamı varmış. Bir gün garnizondan gelmiş birileri, imam efendiyi askeri birliğin içine alıp götürmüşler. Bunun üzerine caminin bütün cemaati gitmişler, nereye götürdülerse imamı, oraya oturmuşlar. Hiç nümayiş filan yapmamışlar, sadece gitmişler ve oraya oturmuşlar. Bunun üzerine omzu kalabalıklar çok korkmuşlar ve dışarı çıkıp demişler ki, “Mesele yok, biz hoca efendiyi bir şey danışmak için çağırmıştık.” Ve bırakmışlar adamı. Adam ömrünün sonuna kadar camideki görevine devam etmiş. Fakat hocayı askerlere ihbar eden sekiz kişi Maraş’ta tecrit edilmiş ve o sekiz kişi de ölünceye kadar sadece birbirleriyle görüşebilmişler. Artık Türkiye bu Türkiye değil! Ama gene de Türkiye, biz ne kadar sefil de olsak, Allah’ın bize bir imkân bahşettiği bir ülke. Çünkü ne dedik, Birinci Cihan Harbi imparatorlukları yok etti. Neden yok etti? Çünkü malî hâkimiyet imparatorluklar sebebiyle tehdit altındaydı. Ne demek bu? Şu demek: Bir Rus “Rusya ana, Çar baba.” diye biliyor. Bunun için her şeyi yapıyor. Para için yapmıyor. Anlatabiliyor muyum? Benim Rusya anam, Çar babam var diyor. Alman imparatoru, yani kim olursa olsun Kaiser. Kaiser, bir Alman için her şey. Aynı şekilde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda ne Alman olan ne Macar olan birçok insan “monarşi ideal bir idare şekli” diye düşünerek imparatora bağlıydılar. Bunların arasında ciddi bir Yahudi zümre de vardı. İmparatorluklar bu bakımdan malî hâkimiyete tehdit oluşturuyorlardı. Yani mesela “Para her şeyi çözer!” diyorsa bir insan, “Ben para için her şeyi yaparım!” demek istiyordur. Para her şeyi çözmez, para her kapıyı açmaz. Para sadece para için yaşayanların kapısını açar. İmparatorluklar yok edildikten sonra onların önü açıldı. Neyin önü açıldı? Dünya sisteminin, bütün insanları paranın kulu haline getirmenin önü açıldı. O yüzden bu birdenbire olabilecek bir şey değildi. Pürüzleri temizlemek üzere önce Sovyet düzeni, sonra Faşist İtalya, sonra Türkiye Cumhuriyeti, sonra Nasyonal Sosyalist Almanya üretildi. İmparatorlukların bıraktıkları pürüzleri temizlemek üzere; yani insanların paradan başka bir şey için yaşama zevkleri, yaşama azimleri olmasını yok etmek için. Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nde partinin her şey demek olduğu bir düzen doğdu. Faşist İtalya’da Roma İmparatorluğu’nun canlandırılmasını bekleyen büyük bir kitle harekete geçti. Türkiye Cumhuriyeti’nde ne oldu? Hiçbir şey olmadı. Türkiye Cumhuriyeti’nde milleti zapturapt altına almak için bir tek parti dönemi yaşadık. Tek parti döneminde bilhassa İsmet İnönü Milli Şef olduktan sonra bizim ajandalarımızda, resmî metinlerimizde iki fotoğraf olurdu: Ebedi Şef ve Milli Şef. Mustafa Kemal Ebedi Şef, İnönü de Milli Şef sayılırdı. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bu yeni düzen Sovyetler Birliği’nden, Faşist İtalya’dan ve Nasyonal Sosyalist Almanya’dan ideolojik kalıplar devralmıştı: Sümerbank, Etibank… bunlar Sovyet modeliyle işleyen mekanizmalardı. Meslek odaları ve odalar birliği… Faşist İtalya’nın korporasyon sistemiyle işleyen mekanizmalardı. “Ein volk, ein land, ein führer.” / “Tek şef, tek vatan, tek millet”. Böyle bir İsmet İnönü. Kimdi bu İsmet İnönü? “İnönü’nde komutan, tarihte Lozan, hem bilgin hem kahraman İsmet İnönü.” Böyle bir şeyimiz vardı; ama işin aslı bu değildi. İşin aslı XIII. asırda vatan haline gelmiş topraklar hâlâ vatandı. Türkler olarak bizim, 1918 yılından sonra önümüzdeki tercih 0 ile 1 arasındaki tercihti. Ya bir vatanımız olacaktı veya sıfır olacaktık; hiçbir şeyimiz olmayacaktı. Dolayısıyla vatanımızın olması bizim ayrıca bir gaye gütmemizi gereksiz kılıyordu. Onun için dağa taşa “Önce vatan!” yazdık. “Önce vatan, ondan sonrasını hallederiz; hele bir vatanımız olsun.” O yüzden iki harp arasındaki rejimlerin yaşadığı şeyleri biz yaşamadık. Her ne kadar Misak-ı Milli sınırlarına kavuşamamış olsak da bizim vatanımız vardı. O yüzden bizim çok özel bir yerimiz vardı gene dünya tarihinde. Biz bilhassa bu sebeple savaş dışı tutulduk. Yani savaş dışı kalmamız bir siyasî başarı değildir ya da siyasî bir manevra değildir. İngilizler, Almanlara karşı savaşa girmemiz için çok kuvvetli bir şekilde tazyikte bulunuyorlardı. Onun için İsmet İnönü’yü Kahire’ye davet ettiler. İsmet İnönü gitmedi ve çevresindekilere bizzat kendisi dedi ki: “Orada adamı bir odaya hapsederler, şunu imzalamazsan buradan çıkamazsın derler!” Ama İsmet İnönü sonradan Kahire’ye gitti. İlki için söylüyorum bunu. İsmet İnönü Kahire’ye gitmediği için Winston Churchill trenle Adana’ya geldi ve orada pazarlık yapıldı. Pazarlıkta İsmet İnönü dedi ki, “Savaşa girmemizi istiyorsunuz ama bizim hiçbir malzememiz yok!” Churchill, bütün malzemeyi tekellüf ediyorum dedi. Bunun üzerine Kuzu Paşa Fevzi Çakmak, “Tamam savaşa gireceğiz. Ama biz sadece adalı askerlerin, Britanya adasından gelmiş askerlerin savaştığı yerlerde savaşacağız. Sömürge askerlerinin savaştığı yerde savaşmayacağız. Bu şartla gireriz savaşa!” dedi. Ve bu şartı Churchill kabul etmedi. Bu ne demektir? “Biz sizi savaşa alacağız ve askerinizi kıracağız.” Bunu kabul etmediğimiz için biz de savaş dışı kaldık. Ama dediğim gibi mesele bu değildir. Mesele bizim Yahudi sığınma bölgesi olarak savaş dışı kalmamız meselesidir. Onun için Yahudiler Fransız devletine para ödeyerek 1938’de Hatay’ın bizim sınırlarımız içinde bulunmasını temin ettiler. 39’da savaş çıktı. Yani bizim topraklarımız dünya sisteminin hakkıyla verimli olarak çalışmasına mâni olan bir yerdir. Biz cumhuriyet rejimini nasıl elde ettik? Dünya sisteminin belli bölgelerine sanayiye yarar hammadde temin etmek; bilhassa tütün ve pamuk temin şartıyla biz dünya sistemine entegre olduk. Ve tabi bu hiçbir zaman kâğıda dökülmedi. Sanayileşmeme, Avrupa’nın başına belâ olmama sözü verdik. Ve bu yüzden tek parti yönetimi böyle gitti. Ama Demokrat Parti iktidara geldiği zaman ya da hükümet kurduğu zaman… Bu dile dikkat etmek lazım. Demokrat Parti on sene boyunca hiçbir zaman iktidar olamamıştır; sadece hükümet kurmuştur. Yoksa zaten iktidar olsaydı devrilmezdi. Adnan Menderes, Muhsin Batur tarafından tevkif edildiği zaman ilk sorusu şuydu: “Cürmüm nedir?” Yani genç bir subay kendisini tevkife geliyor ve Menderes ona “beni tevkif edemezsiniz” demiyor; “Cürmüm nedir?” diye soruyor. Ama Celal Bayar Çankaya’ya geldikleri zaman “Beni tevkif edemezsiniz, ben komitacıyım!” diyor. Yani bu devletin kuruluşunda benim payım var. Her ne hal ise... Yani bizim bugün nerde yaşadığımızı, kim olduğumuzu bilmemiz lazım. Biz Türk değilsek veya “ben Türk değilim fakat bu topraklarda benim de hakkım var” diyor isek dünya sisteminin Türkiye’yi haritadan silmek için hazırladığı planların hepsine imza atmışız demektir. Mesela -Kürt meselesini karıştırmayalım- “Ben Türk değilim, Arnavudum.” O zaman kardeşim senin devletin var, s…… ol git. Türk değilim demek ve Türkiye’de birtakım imkânları kullanmak Türkiye’nin bir varlık kazanmasına mâni olmak demektir. Çünkü Türkiye’de dünya sisteminin iyi işlemesi şartına bağlı olarak para kazanılır. Bana millî bir hedef uğruna zengin olmuş bir tek kişi gösteremezsiniz, bir tek kişi. Hepsi gayr-i millî bir projenin bir parçasıdır. Dolayısıyla Türkiye’de yapılabilecek işlerin tamamen gündemden çıkarılması birilerinin vazifesi olmuştur. Birileri bilhassa Türkiye’nin varlık kazanmasına engel olmuştur. Türkiye hiçbir zaman bu imkânlarla bu durumda olacak bir ülke değildi. Bu konuda mesela en son 1980 sonrasında Kamu İktisadi Teşebbüslerimiz (KİT) yok edildi. Evet, Kamu İktisadi Teşebbüslerimiz matah şeyler değildi. Kamu İktisadi Teşebbüsleri’ne yöneltilen bütün eleştiriler yerinde eleştirilerdi. Ama hiç unutmayın, 1973 yılında bir siyasal İslâm uydurdular. Ve bu siyasal İslâm hemencecik, 1973 yılında Milli Selamet Partisi kuruldu ve iktidara geldi. Kemal Unakıtan Sümerbank’ın kâr etmesini sağlayan kişi olarak şöhret yaptı. Yani Kamu İktisadi Teşebbüsleri kâr etmez diyorlardı. Ve adam aman aman matah bir şey yapmadı; sadece kendini göstermek için birkaç tane tedbir aldı. Fakat bu aynı adam AKP iktidara geldikten sonra Maliye Bakanı oldu ve özelleştirmenin şampiyonu oldu. Yani Sümerbank’ı kâra geçiren adam sonra Sümerbank’ı yok eden adam oldu! Bir şeyi anlamanızı bekliyorum sizden. Konuşmasında Durmuş Küçükşakalak, “Okuduğumuz Kur’an-ı Kerim’in kâğıdı bile ithal kâğıt!” dedi. Ama biz bu Kamu İktisadi Teşebbüsleri özelleştirilmeden önce bütün kâğıdımızı SEKA’dan alıyorduk. Türkiye’de bütün gazeteler SEKA’nın tahsisatıyla çıkıyordu. Hatta benim gazete yazarlığına başladığım Yeni Devir’in tahsisatını MSP’liler Milli Gazete’ye devrederek naylon bir gazete çıkarıyorlardı. Benim yazarlığım da böyle başladı. Her neyse… Orada da bir numara çekiyorlardı. SEKA’dan kâğıdı alıyordu bir şirket, Milli Gazete’ye satıyordu. Böyle numaralar… Kendi içlerinde yapıyorlardı bunu. Ben bu yeşil sermayenin ne numarası olduğunu başından beri biliyorum. Hiçbir zaman benim için sürpriz olmadı. 

İkinci Dünya Savaşı ne yaptı? Dünyanın imparatorluklardan beklediğini, ara rejimlerin verme ihtimalini yok etti. Şiddetle faşizm ve nasyonal sosyalizm ezildi. Arkasından Sovyetler Birliği hemencecik değil, bir süre sonra yok edildi ve bu iki harp arasında doğan rejimlerden sadece Türkiye Cumhuriyeti kaldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ayakta durmasının tek sebebi hâlâ bizim Mekke ve Medine’yi Müslüman hâkimiyetine kavuşmasını sağlama ümidimizdir. Bu ümit bizim ümidimiz değilse biz Müslüman değiliz. Yani ne sanıyorsunuz siz? Başında başlayan bir şey; önce biz İran’ı, Kisra’nın ülkesini darü’l-İslâm haline getirdik. Sonra bu toprakları vatanımız kılarak Kayser’in ülkesini yok ettik. Böylece İslâm’ın varoluş formülünün realize olmasını sağladık. Yani İslâm böyle namaz kılmak, oruç tutmak değil. Namaz kılmak, oruç tutmak dünyada Müslümanların hiç kimsenin boyunduruğu altında yaşamayacak insanlar olduğunu, sadece Allah’a kulluk etmekle vazifeli olduklarını gösteren işaretlerdir. Bunu göstermediğin zaman kılınan namaz namaz değildir, tutulan oruç oruç değildir. Biz Hakk’ın divanına dururuz. İki ayağımız arasında bir ayaklık mesafe vardır. Bunu dinî terbiye almış olan herkes öğrenir. Yani kıyamda hazırolda durulmaz. Kıyamda kâfirin karşısında sağlam durmak üzere durulur. Yani Hakk’ın divanına durursun, ama küfrün karşısında durursun. Tafsilatını benim “Namaz İnsanı Kılar” isimli yazımda bulursunuz. Abdestten başlayan bir şeydir o. Yani namaz kılmak demek, küfre meydan okumak demektir. Küfre meydan okumadan kılınan namaz, namaz değildir. Tutulan oruç, Yahudilerin, Hıristiyanların tuttuğu oruç değildir. Böyle nefsimizi terbiye etmek için falan filan oruç tutmuyoruz. Biz bizi yaşatanın sadece Allah olduğunu bütün küfür âleminin kafasına çakmak üzere oruç tutuyoruz. Bir ümmet bir ay boyunca oruç tutuyor. Yani biz içtiklerimiz, yediklerimiz sebebiyle canlı olmadığımızı, cinsî münasebet yoluyla üremediğimizi, sadece bizi Allah’ın yarattığını ve Allah’ın bize can verdiğini ve Allah’ın verdiği canı Allah’ın alabileceğini kâfirlerin kafalarına çakmak için bir ümmet olarak oruç tutuyoruz. Dediğim gibi öyle bir dinî fantezi değil bu. Bir savaş; bütün insanlar, Müslüman olmayan herkes bu insanlardan korksun diye. Yani Müslüman teröristtir. Müslüman’ın ilk vazifesi terörist olmaktır. Kâfirler Müslümanlardan korkacaktır. Korkmadığı zaman, Müslüman Müslüman değildir. 

Selâmünaleyküm.

10 Ekim 2015, Ankara

Yorum yapabilmek için lütfen sitemizden üye girişi yapınız!
Sıradaki Haber
Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.